1- وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى “Battığı zaman yıldıza andolsun ki.”
“Necm”den murat, yıldız cinsidir veya Süreyya yıldızıdır. Çünkü yıldız denildiğinde genelde Süreyya yıldızı hatıra gelir.
Ayette anlatılan,
-Yıldızın batması,
-Veya kıyamet gününde yıldızların saçılması,
-Veya doğmasıdır.
Veya “Necm” kelimesiyle Kur’anın bölümlerinden bir bölümü de anlaşılabilir. Bu durumda ayete,
“İndiği zaman Kur’anın bölümlerine yemin ederim” manası verilir.
Veya “Necm” kelimesi bitki anlamına da gelir. Bu durumda, bitkinin toprağa düşmesi veya neşv ü nema bulup yükselmesine yemin edilmiş olur.
2- مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى “Arkadaşınız yoldan sapmadı, batıl bir şeye inanmadı.”
Sahibiniz, (arkadaşınız) Muhammed doğru yoldan sapmadı ve batıl bir şeye de inanmadı.
Hitap, Kureyşedir.
Ayetten murat, Hz. Peygambere nisbet ettikleri menfi durumları reddetmektir.
3- وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى “O, hevâdan konuşmaz.”
Onun Kur’anla ilgili söylediği şeyler kendi hevâ’sından değildir.
4- إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى “O, ancak kendisine bildirilen bir vahiydir.”
O Kur’an, veya Peygamberin söyledikleri ancak Allahın kendisine bildirdiği bir vahiydir.
Hz. Peygamber için içtihad yapmayı caiz görmeyenler bu ayetle de delil getirdiler. Buna, “içtihad etmesi vahyedildiğinde, O’nun içtihadı ve dayandığı şey bir vahiy olur” şeklinde cevap verildi. Bu yorumda tam bir isabet yoktur. Çünkü o zaman bu vahiyle olur, vahiy olmaz.
5- عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى “(Kur’an’ı) ona, “şedîdü’l-kuva” (üstün güçlere
sahip olan) öğretti.”
Bundan murat Hz. Cebraildir. Çünkü Hz. Cebrail mu’cizelerin gösterilmesinde vasıtadır.
Rivayete göre O, Hz. Lût’un kavminin beldelerini yerden göğe kaldırıp, sonra tersyüz ederek aşağıya bıraktı. Ayrıca Semud kavmine bir sayha ile haykırdığında hepsi çökmüş vaziyette ölüp gittiler.
6- ذُو مِرَّةٍ “O, akıl ve görüşünde kuvvetlidir.”
O, akıl ve görüşünde kemâldedir.
فَاسْتَوَى “Derken doğruldu.”
Allahın yaratmış olduğu aslî sureti üzerine doğruldu.
Denildi ki: Hz. Peygamber dışında hiçbir peygamber O’nu aslî sureti üzere göremedi. O da iki defa gördü. Bir kere semada, bir kere de arzda.
7- وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى “O, en yüksek ufukta idi.” Zamir, Hz. Cebraile racidir.
8- ثُمَّ دَنَا “Sonra yaklaştı.”
Sonra Hz. Peygambere yaklaştı.
فَتَدَلَّى “Derken tedelli etti.”
Ayet, Hz. Cebrailin Hz. Peygamberle beraber yükselmesini (miracını) temsildir.
Denildi ki: Sonra Cebrail sema ufkundan sarktı, Hz. Peygambere yaklaştı.
Bu yoruma göre, Hz. Cebrail mahallinden ayrılmadan Hz. Peygamber yükselmiş olur, bu da O’nun kuvvetinin şiddetini anlatır. Çünkü tedellî, meyvenin sarkması tarzında bir şeye tutulu vaziyette salıverilmektir.
9- فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar veya daha az kaldı.”
Bundan murat, beraber olma melekesini temsildir ve duymayı zorlaştıran uzaklığın nefyi ile kendisine vahyedileni duyduğunun tahkîkidir.
Ayetteki zamir Cebraile râcidir.
Veya Hz. Peygamberle O’nun arasındaki mesafedir.
“Veya daha az...”
Veya “sizin takdirinize göre daha az” manasını ifade eder. Bunun bir benzeri “O içkide ne sersemletme vardır ne de onunla sarhoş olurlar.” (Saffat, 147) ayetidir.[1>
10- فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى “Böylece kuluna vahyettiğini vahyetti.”
Hz. Cebrail, Allahın kulu olan Hz. Peygambere vahyettiğini vahyetti.
Ayette Hz. Peygamberin ismen açıktan söylenmemesi, malum olmasından dolayıdır.
“Vahyettiğini vahyetti” derken vahyedilen şeyin azametini bildirmek vardır.
Şöyle de mana verilebilir:
“Hz. Cebrail, Allahın kendisine vahyettiğini Hz. Peygambere vahyetti.”
Denildi ki: Cebraile ait olduğu açıklanan bütün zamirler Allaha râci’dir.
Şöyle ki:
“Şedidü’l-kuva” ifadesi, “Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.” (Zâriyât, 58) ayetinde olduğu gibi düşünülebilir.
Peygambere yaklaşması, O’nun konumunu yükseltmesiyledir. Tedellisi ise, O’nu her şeyiyle Mukaddes Zâtına cezp etmesidir.
11- مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى “Kalp, gördüğünü yalanlamadı.”
Hz. Peygamberin kalbi, gözünün gördüğünü yalanlamadı.
Bundan murat Hz. Cebrailin sureti olabilir veya Allahu Teâlâyı görmesidir. Yani, Hz. Peygamberin gözü, kendisine hikâye edileni yalanlamadı. Çünkü kudsî işler önce kalp ile idrak edilir, sonra kalpten göze intikal eder.
Veya şöyle denilebilir: Onun kalbi, gördüğü şeyler için “ben seni bilmedim” demedi. Şayet bunu deseydi yalan söylemiş olurdu. Çünkü onu gözüyle gördüğü gibi, kalbiyle de tanımıştı.
Veya mana şöyle olabilir: Kalbiyle gördüğünü gerçekten gördü. Yani, gördüğü aldatıcı bir hayal değildi.
Şu rivayet de bu manaya delâlet eder: Hz. Peygambere “Rabbini gördün mü?” diye sual edildi. “Onu kalbimle gördüm” diye cevap verdi.
12- أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى “Onun gördükleri hakkında şimdi siz onunla mücadele mi ediyorsunuz?”
13- وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى “Andolsun onu bir başka inişte de görmüştü.”
Peygamber onu bir başka inişte de görmüştü. Bu görme de, inme ve yaklaşma şeklindeydi.
Ayette söz edilen durum, görülen (Cebrail) hakkındadır.
Denildi ki: Ayetin manası şöyle de olabilir: Peygamber O’nu bir başka defa inerken gördü.[2>
14- عِندَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى “Sidretü’l- Müntehâ’nın yanında.”
Sidretü’l-Münteha, mahlûkatın amel ve ilimlerinin nihayet bulduğu yerdir.
Veya Sidretü’l-münteha, fevkindekinin inmediği, altında olanın da çıkmadığı bir makamdır. Buna sidre denilmesi, bir benzetmedir. Çünkü insanlar onun gölgesinde toplanırlar.
Merfu olarak rivayet edildiğine göre, sidretü’l-münteha yedinci semadadır.
15- عِندَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى “Cennetü’l- Me’vâ onun yanındadır.”
Müttakiler veya şehitlerin ruhları bu cennette bulunurlar.
16- إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى “O zaman Sidre’yi bürüyen bürümüştü.”
Bu ifadede, Sidreyi bürüyen şeyin azameti ve çokluğu nazara verilmektedir. Öyle ki bunu tavsîf edebilmek, ifade edebilmek, künhüne vakıf olabilmek mümkün değildir.
Denildi ki: Sidreyi bürüyenler, sayısı bilinemeyecek kadar çok meleklerdi. Orada Allaha ibadet ediyorlardı.
17- مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى “Göz şaşmadı ve sınırı aşmadı.”
Hz. Peygamberin gözü, gördüğü şeylerden kaymadı ve gördüklerinden kamaşmadı.
Bilakis sahih olarak yakînî bir şekilde bunları kabullendi.
Veya şöyle denilebilir:
Görmekle emrolunduğu hayret verici şeylerden gözü sapmadı ve onları aşmadı.
18- لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى “Andolsun O, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” Vallahi O, mi’raç gecesinde Rabbinin mülk ve melekut âlemlerindeki hayret verici nice büyük ayetlerini gördü.
Denildi ki: Bu ayet, “kalp gördüğünü yalanlamadı” (Necm,11) ayetinde kastedileni anlatmaktadır.
1ّ9- أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى “Şimdi siz de gördünüz değil mi o Lât ve Uzza’yı?”
Bunlar, onların putlarıydı. Lât, Taifte Sakif kabilesinin veya Nahle’de Kureyş kabilesinin putu idi. Bunun etrafında tavaf yaparlardı.
Uzza, Gatafanlıların ağaçtan putu idi, ona taparlardı. Hz. Peygamber Halid Bin Velid’i görevli olarak gönderdi, o da bu putu parça parça etti. Uzza, eazz (çok aziz) kelimesinin müennes şeklidir.
20- وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الْأُخْرَى “Ve diğer üçüncü olan Menat’ı?”
Menât, Hüzeyl ve Huzaa veya Sakîf kabilesinin kayadan yapılmış putu idi. Kurbanlarını bu putun yanında keserlerdi. Ayrıca, bunu şefaatçi yaparak yağmur talebinde bulunurlardı.
21- أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْأُنثَى “Erkek size de, dişi O’na mı?”
Onlar “melekler Allahın kızlarıdır” diyorlardı. Ayet, onların bu iftiralarını reddeder.
Putları da, meleklerin heykelleri olarak değerlendiriyorlardı.
22- تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى “Öyle ise bu çok insafsızca bir taksim.”
Kendi istemediğinizi Allaha vermekle insafsızca bir taksim yapıyorsunuz.
23- إِنْ هِيَ إِلَّا أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَاؤُكُم “Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilâh edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir.”
O putlar, uluhiyet noktasında kendilerine “ilâh” ünvanı verdiğiniz bir
kısım isimlerden ibarettir. Çünkü, onlarda uluhiyetten hiçbir pay olmadığı hâlde “bunlar ilahlardır” diyorlardı.
Veya zamir, bu putların sıfatlarıyla ilgili olabilir. Yani “ilahtırlar, dişidirler, bize şefaatçidirler” gibi sıfatlarla bunları yad ediyorsunuz.
Veya ayet biraz önce bahsi geçen Lât-Uzza ve Menat’ın durumunu anlatmaktadır. Çünkü onlar Lât’ı ibadet edilmeye layık görüyorlardı. Menat’ta kestikleri kurbanların kendilerini Allaha yaklaştıracağına inanıyorlardı.
Bunlar gerçekte ilâh olmadıkları hâlde, siz ve ecdadınız kendi hevânızdan bunlara “ilahlar” dediniz.
مَّا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ “Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.”
Allah, bunların ilah olmalarıyla alâkalı herhangi bir delil indirmedi.
إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنفُسُ “Onlar (putperestler) yalnız zanna ve nefislerin hevâsına tâbi oluyorlar.”Onlar ancak taklid ile ve batıl bir tevehhüm ile kendilerini hak üzere zannediyorlar.Bir de nefislerinin arzusuna uyarak böyle söylüyorlar.
وَلَقَدْ جَاءهُم مِّن رَّبِّهِمُ الْهُدَى “Andolsun ki, kendilerine Rablerinden yol gösterici gelmiştir.”
Hâlbuki onların Rabbinden kendilerine bir hidayet, yani peygamber veya kitap gelmişti, ama onu terk ettiler.
2ّ4- أَمْ لِلْإِنسَانِ مَا تَمَنَّى “Yoksa insan için temenni ettiği mi var?”
Yani, insan için temenni ettiği yoktur. Temenni ettikleri şeyler, arzularına göre olmaz.
Bundan murat, onların
-Putları şefaatçi görmelerini,
-“Andolsun, Rabbime döndürülürsem, şüphesiz O’nun yanında benim için en güzeli vardır.” (Fussılet, 50) ve “Bu Kur’an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!” (Zuhruf, 31) gibi beklentilerini reddetmektir.
2ّ5- فَلِلَّهِ الْآخِرَةُ وَالْأُولَى “Oysa, ahiret de dünya da Allah’ındır.”
Dünya ve ahiretten dilediğini, dilediği kimseye verir. Hiç kimsenin dünya veya ahiretle ilgili bir şeyde Allaha –haşa- tahakküm etmesi söz konusu olamaz.
26- وَكَم مِّن مَّلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا “Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaati bir fayda vermez.”
إِلَّا مِن بَعْدِ أَن يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَن يَشَاء وَيَرْضَى “Ancak Allah’ın dilediği ve razı olduğuna izin vermesinden sonra (fayda verir).”
Allahın izin verdiği ve şefaate ehil gördüğü melekler dışında, hiçbir melek hiçbir insana şefaatçi olamaz. Dolayısı ile, melekler bile ancak özel izin ve rıza ile şefaatçi olabilirken, putlar kendilerine ibadet edenlere nasıl şefaatçi olsunlar?
27- إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلَائِكَةَ تَسْمِيَةَ الْأُنثَى “Şüphesiz ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi isimleri veriyorlar.”
28- وَمَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ “Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur.”
إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ “Onlar ancak zanna uyuyorlar.”
وَإِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا “Zan ise, şüphesiz hakikat namına hiçbir şey ifade etmez.”
Çünkü bir şeyin hakikati olan hak, ancak ilimle idrak edilir. Gerçek bilgide zanna asla itibar edilmez. Zanna sadece amelî (uygulamalı) hususlarda ve gerçek bilgiye ulaşmaya vesile olduğunda itibar edilir.
29- فَأَعْرِضْ عَن مَّن تَوَلَّى عَن ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ إِلَّا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا “Öyle ise zikrimizden yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir.”
Böylesini hakka davetten ve kendisiyle ilgilenmekten yüz çevir.
Çünkü:
-Allahtan gafil olan,
-Onu anmaktan yüz çeviren,
-Bütün himmeti ve imkânlarıyla dünyaya yönelen kimseyi hakka davet etmek, ancak inadını ve batılda ısrarını artırır.
30- ذَلِكَ مَبْلَغُهُم مِّنَ الْعِلْمِ “İşte bu, onların ilimden ulaşabildikleridir!”
Onların ilmi, dünyadan ileri gitmez.
Bu cümle, onların her şeyleriyle dünyaya daldıklarını bildiren bir ara cümledir.
إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ “Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı en iyi bilendir.”
وَهُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدَى “Ve O, hidayete ereni de en iyi bilendir.”
Onlardan yüz çevirmekle ilgili emrin illetini bildirir. Yani, icabet edecek olanı ve icabet etmeyecek olanı ancak Allah bilir. Öyleyse onları davette kendini yorma. Çünkü Sana düşen ancak tebliğdir, zâten onu da ifa ettin.
[1>Yani, buradaki “veya” ifadesi tereddüt için olmayıp “isterseniz siz buna yüz bin deyin, isterseniz de daha fazlasını söyleyin” anlamındadır. Benzeri bir durum “iki yay kadar, yahut daha az” ifadesinde vardır.
[2> Yani, mi’raç dönüşünde gördü. Cebrail aşağıda, peygamber yukarıda idi.