Yanlış Yorumlar Karşısında Kur'an'da "Tarih" Kavramı

Tarihe bir bakıma "Levh-ı Mahv ve İsbat"ın şu Şehâdet Alemi'nde "zaman" şeridinde açılmasıdır denebilir. İrade-i İlâhi ile insanın irade-i cüz'iyyesinin tetabukuyla açılan bu şeride insan kendi ef'alini işliyor ve bu işleyişteki niyet ve tutumuna göre de karşılık görüyor.

Askeri ve teknolojik üstünlüğün verdiği avantajla bir-iki asırdır coğrafya üzerinde olduğu gibi, kalb ve zihinler üzerinde de hâkimiyet teessüsüne girişen ve coğrafyadaki hâkimiyetin devamını kalb ve zihinlere hâkimiyette gören Batılı'nın bu maksadla ürettiği "felsefe ve yorum"ların içinde "tarih felsefesi"nin de kendine has önemli bir yeri olduğu izahtan varestedir. Batı'nın askeri ve teknik üstünlüğü karşısında şoke olan müslüman aydın ve hattâ ilim adamlarının Batı'dan gelen her sahadaki "felsefe" ve "düşünce" rüzgârlarını sorgusuz sualsiz kabul veya kendi inançlarıyla te'lif etme gibi vahim hatalara düştükleri olmuştur. Ama, "yalancının mumu yatsıya kadar yanar" misali, çok şükür bugün az da olsa Batı patentli düşünce akımları İslâm dünyasında belli bir süzgeçten geçirilebilmekte ve şimdilik yetersiz de olsa sorgulanabilmektedir.

Müşahhas manâda tarihin de bizzat şahid olduğu üzere, tarih, Batılıların iddia ettiği gibi insandan bağımsız ve neticede Batılının mutlak hâkimiyetine veya -bugün iflâs etmiş bulunan- bir başka cephede "komün" topluma varacak düz bir çizgiyi takip etmekte değildir. Aksine, onun "çevrimler"i ve tekerrürleri vardır ve tıpkı "günler'in" yıllar'ın hayatında olduğu gibi "her geceyi nehâr, her kışı da bahar" takip etmektedir. Yine tarih sahnesinde gecelerle gündüzlerin, kışlarla baharların art arda gelişinde, Batılı tarih, felsefelerinde olduğu gibi, tarihin kendine has "amansız kanunları" ve bir "fatalizm" (cebriyecilik) değil, insan iradesinin oldukça mühim bir rolü vardır.

Son bir kaç yüz yıldır Batı'nın ürettiği düşünce ve felsefelerin arkasında siyasi bir 'art niyet' aramak, 'şüphecilik' ve 'gayr-ı ilmilikle tavsif edilir mi bilmem? Fakat ne kadar 'ilmi' olmaya çalışırsak çalışalım, sözgelimi, Batılının beyin yapısının ilim ve tekniğe, buna karşılık, Doğulunun beyin yapısının romantizme ve zencilerin beyin yapısının ise caz ve atletizme yatkın olduğu gibi 'ilmi' teorilerin ortaya sürülebilmesi ve gayr-ı ilmiliği ispatlanmış bir 'evrim' teorisinin ısrarla gündemde tutulması, hattâ böyle bir teorinin ilim mahfillerini yıllarca meşgul etmesi karşısında, bilim ve tekniğe ufki doğrultuda dev adımlar attıran insanlara böylesi teoriler atfetmek, bu teorilerde siyasi 'art niyet' aramaktan daha sevimli gelmiyor bize.

Batı'nın son bir kaç yüz yıldaki bütün fikri-felsefi teorilerinin 'ilerleme' veya 'evrim' merkezli olduğunu söyleyebiliriz. 'Evrim' teorisinin menşeinde, İngiltere'de fakirliğin giderilmesi için demografik faktörlerin ekonomi üzerindeki tesirlerine alâka duyan Anglikan rahibi Malthus'un, "yalnızca en çok üretebilen insanların yaşamaya lâyık olup, tabiatın yüzlerine az baktığı kimselerin (sakat, hasta, fakir ve kimsesizlerin) ise ayıklanmaya mahkum bulundukları" teorisinin yattığı bilinen bîr gerçektir.

Sanayi inkılâbının ilk döneminde "tabiatın yüzlerine az baktığı"(!) kişilere yaşama hakkı vermeyen meşhur 'Fakirler Kanunu'nun çıkmasında ön ayak olan Malthus'un bu sosyo-ekonomik teorisini pek beğenen Darwin, tabiatta da zayıflar pahasına güçlüleri ayakta tutan bir 'seçmeciliğin' (tabii seleksiyon) var olduğunu ilmi(!) bir teori olarak ortaya atmıştır. Maurice Bucaille, "Darwin'in eserinde yığınla gözleme rağmen ilmi yanı destekleyici hiç bir delilin olmadığını, felsefi yanın ağır bastığım" söyler. Evet, bir takım şaibeli desteklerle ilim çevrelerini yıllarca sarsmış; Din'e karşı kullanılmış ve bazı mahfillerce halâ kullanılmakta olan 'ilmi' bir teorinin temelinde sosyo-ekonomik endişeler yatarsa, onca fikri ve felsefi teorilerde neden siyasi ve sosyo-ekonomik endişe ve art niyetler aramayalım?

Dar çerçeveli bir makalenin muhtevası içinde müşahhas delillerle ifadesi zor da olsa, Batılı tarih yorumlarının da siyasi endişeler taşıdığı ve hatta bir bakıma Ondokuzuncu asır Batı emperyalizmini destekleyici 'fikri' bir temel vazifesi gördüğü rahatlıkla söylenebilir. Bütün bu yorum ve felsefelerde dünyanın iyiye doğru gittiği ve insanlığın büyük ve önü alınamaz bir terakki içinde bulunduğu ileri sürülür. Tek çizgili ve daima ileriye doğru bir 'terakki' inancıdır bu. Meselâ, Spencer'in sosyolojisi Darwin teorisinin bir uzantısından ibarettir. Meşhur Auguste Comte'a göre, insanlık metafizik ve din merhalelerini aşıp 'bilimsel' zihniyet ve merhaleye ulaşmakla son ve en yüksek 'terakki' dönemine girmiştir. Nihayet, bu terakki inancını Kant'ın, Herder'in, Fichte, Hegel ve Marx'ın tarih felsefelerinde de görürüz.

Hegel'in tarih felsefesi, 'çelişkiler karması' diye tarif edilebilir Abdülhamid Sıddiki'ye göre. Gerçekten, Hegel'e göre, sosyal medeniyet tarihinde her dönem başlı başına bir birliği temsil eder. Her bakımdan kendine has bir birlik arzeden her bir dönem, nihayetine doğru 'antitez' ini doğurur ve ortaya bir 'çelişki' bir 'tez-antitez' çatışması çıkar. Bir süre devam eden bu çatışmanın sonunda taraflar bir 'sentez'de birleşir. Bu sentez de son sınırına geldiğinde yine bir çatışma çıkar. Bu sefer yeni bir 'sentez' meydana gelir ve bu 'sentez', 'tez'i de, 'antitez'i de bünyesine alır. 'Tez, antitez ve sentez'den oluşan bu üçlü sistemle düşünce ilerler ve sonunda hedefine, yani kendinde eksiklik bulunmayan 'mutlak'a ulaşır.

Hind felsefesinden etkilendiği söylenen Hegel'in 'mutlağı' bir 'ruh'tur; olaylarla dışlaşan 'dünya ruhu'dur (geist). Her hâdise ve hâdiseler hakkında geliştirilen her felsefe, bu rûhun tekâmülünde bir merhaledir ve dolayısıyla her birine 'doğrudur' gözüyle bakılabilir. Her hâdisenin temelinde 'programlayıcı mutlak bir irade' vardır ve bütün hâdiseler, arzu, istek, temayül, çalışma ve çatışmalar, her şeye hâkim 'dünya rûhu'nun kendini gerçekleştirme sürecinde kullandığı vasıtalardan ibarettir. Bu bakımdan, her şey insan iradesinin dışında gelişmekte ve insan, bir bakıma cebbar bir iradenin isteklerini yerine getirmektedir. Bu iradenin isteklerini, daha açık bir deyişle 'çağın gidişatı'nı kavrayıp, ona göre davranabilen kişiler o çağın kahramanlarıdır ve bunlara sadece itaat gerekir.

Teorisinin büyük kısmı Feurbach'ın dinsizliğine, Darwin'in evrimciliğine ve Hegel'in diyalektiğine dayanan Marx, kendi ifadesiyle 'Hegel'in baş aşağı getirdiği insan'ı ayakları üzerine kaldırır. Müslüman bir mütefekkir, "insan gerçekten başı üzerinde yürüyen bir varlık değil midir?" der. Marx'ın tarihi, felsefi ictimai, iktisadi her görüşünde, insan ayakları üzerinde yürüyen, yani başın ayağa tabi olduğu bir varlıktır. Ona göre insan, başlangıçta ihtimal tabiatta hazır bulduğu ve sonra geliştirip yenilerini yaptığı -yapan oysa tabi- üretim araçlarıyla kendisi arasındaki hukuki münasebetlerin mahsulüdür. İnsan düşüncesi denilen şey, insanın kendisini içinde bulduğu iktisadi-maddi hayat ve kullandığı üretim araçlarıyla olan münasebetinin beynindeki maddi yansımalarından ibarettir. Dolayısıyla, tek doğru düşünce, komünist toplumda komünizmin üretim araçlarıyla, komünistçe insan-üretim araçları münasebetlerinin hâkim olduğu devrede ortaya çıkacaktır.

Bu durumda, bütün felsefe ve teorilerini kapitalist sistem ve münasebetler içinde bir burjuva olarak vaz' eden Marx'ın fikirlerinin doğruluğunu -kendi mantığınca- kabul etmememiz gerekecektir. -Yine Marx'a göre, bütün insan hayatı ve tarih, ferdlerin, grupların, sınıfların ve devletlerin yiyecek, yakacak, hammadde... için birbirleriyle yaptıkları mücadelelerden ibarettir. Kaçınılmaz olan bu mücadele, tek ve ileriye doğru geri çevrilemez bir çizgi halinde iptidâi, feodal ve kapitalist merhalelerden mecburen geçecek ve sonunda kaçınılmaz olarak komünizm'i doğuracaktır. Bu sebeple, onun geçtiği bütün merhaleler tenkid edilmemelidir.

Bir ara yaygın bir tarihi görüş olan Historisizm'e (Tarihselcilik) göre ise, ictimâi kanunlar yer ve zamana göre değiştiğinden, toplumda üzerine uzun dönem genellemelerinin kurulabileceği uzun süreli hiç bir yeknesaklık yoktur. Tarih, kendini hiç bir zaman aynı seviyede tekrarlamaz. Hâdiseler arasındaki münasebetler çok girift olduğundan, yarının tarihi hakkında kesin bir şey söylenemez. Bütün bu hususiyetlerinin yanı sıra, Historisizm'de aktivite de önemlidir. Fakat akıl ve hayalimizden geçirdiğimiz şeyler tarihin ana akışıyla ahenk içinde olmadığı sürece gerçekleşemez. Tarihin ana akışını sağlayansa, bu akışın kör ve amansız kanunlarıdır ve insan, iradesinin tamamen dışında olan bu kanunlara (zamana) uyduğu ve kapıya dayanmış değişikliklerle ahenk içinde faaliyetlerde bulunduğu zamandır ki, makul davranışlarda bulunmuş olur. Bu yüzden, dünyayı daha makul bir hale getirme isteği bütünüyle gayr-ı makul olup, kapıya dayanmış olan teşebbüsleri desteklemek en uygun yoldur.

Umumi hatlarıyla vermeğe çalıştığımız birbirleriyle çok yakından bağlantılı bu tarih felsefelerinin genel hususiyetleri şöyle sıralanabilir:

a) İnsanlık, tek yönlü ve ileriye doğru bir çizgi üzerinde terakki ede ede 'mutlu son'a ulaşmaktadır.

b) Bu terakki, tarihin kendine has amansız ve kör kanunlarına bağlı olup, insana düşen bu kanunlara tabi olması, yani zamana uymasıdır. Aksi halde, yaşaması imkânsız hale gelir ve kendiliğinden elimine olur.

c) Tek yönlü ve düz bir çizgi halinde 'mutlu son'a giden tarihi akışın geçtiği bütün devreler, yani iptidâi, feodal ve kapitalist devreler geçilmesi mecburi devreler olup tenkid edilmemelidir.

Netice olarak, "Batıda ortaya çıkan sosyo-ekonomik ve siyasi durum kaçınılmaz bir durumdur. Güçlülerin ayakta kalıp, zayıfların yok olması tabii bir kanundur. Şu anda güçlü olan Batı'dır ve tarihin akışı bunu böyle yapmıştır. Dolayısıyla, amansız olan bu kanunlara karşı konulamaz ve karşı koyanlar yok olmaya mecburen mahkumdurlar, öyleyse, hayatta kalmak isteyen toplumlar, Batı'nın hâkimiyetini kabul etmelidirler."

Çağ içinde çağların bulunduğu; tarihin düz bir çizgi halinde değil, tekerrürlerle çevrimler çizdiği; insanın zamana değil, zamanın insana tabi olduğu, daha açık bir deyişle tarihi yapanın insan olduğu; insanı iradesiz bir varlık halinde takdim eden görüşlerin aksine, insanın irade sahibi bulunduğu; tarihi akış adı altında feodal ve kapitalist zulümlere 'evet' denemeyeceği; bugünkü durumu 'geri çevrilemez ve kaçınılmaz kabul eden Batılılar'ın İslâm'ın hâkim olduğu devrelere aynı gözle bakmayıp, Müslümanlara karşı tam bir Haçlı rûhuyla hareket ettiği açık gerçekler olup, ayrıca bu tür tarih yorumcularına, "öyleyse bunca çabalar, bunca gayretler, harpler ve çatışmalar ne içindir?" diye sormak gerekmekte değil midir?

Her tutarsız fikri akım ve felsefe gibi, sözünü ettiğimiz tarih felsefelerinin de ömrü uzun olmadı. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde, mekanik Fiziğin yıkılıp, Atom Fiziğinin doğusuyla, materyalist dünya görüşleri ve pozitivist anlayışların yanı sıra, tek çizgili tarih kavramı da 'tedavül'den kaldırılan paralara döndü. Bunların yerini, Batı'nın geleceğinden endişe eden, bilim ve tekniğe eskisi gibi mutlak müsbet gözle bakmayan düşünceler ve tarih felsefeleri aldı. Bunlardan, medeniyetlerin birbirine istihale edemeyeceğini ileri süren Danilevsky'nin tarih görüşüne göre, hiç bir medeniyet ölümden kurtulamaz. Çünkü medeniyetler kültürlerin ileri merhalesidir. Her kültür, insanlığın büyük değerlerinden birini veya bir kaçını geliştirir. Batı medeniyeti' 'ilm'e dayanmaktadır. Hiç bir medeniyet, bütün alanlarda başka medeniyetlerden üstün olduğunu iddia edemez. Medeniyet merhalesini idrak eden her kavim, uzun süren bir çöküşün sonunda yıkılır, dolayısıyla Batı medeniyeti de bir gün tarihe karışıp gidecektir.

Asrın başında Avrupa'yı sarsan Spengler'e göre ise, dünyada birçok kültürler vardır. Her büyük kültür tektir ve hiç bir kültür diğerinden üstünlük iddia edemez. Medeniyet, kültürün kaçınılmaz akıbeti olarak, kendini dev kentlerle ortaya koyar. Dev kentte yaşama arzusu söner; kadınlar çocuk yapmaz olur. İmanın yerini bilimsel dinsizlik yahut ölü bir metafizik alır. Maddecilik, para, fuhşiyat, emperyalizm, kuvvet ihtirası ve sınıf kavgası medeniyetin başlıca meyvelerini teşkil eder. Bu gidişin medeniyetlerin yıkılışıyla sona ereceğini belirten Spengler, "bir gün demiryolları, gemileri, dev kentleri ve gök tırmalayanlarıyla Batı medeniyeti de etnografik bir müze haline gelecektir" der.

Danilevsky ve Spengler'in yanısıra, medeniyeti yaratıcı bir azınlıkla çok sert olmayan bir coğrafyanın eseri olarak gören ve yaratıcı azınlığın cazibesini kaybetmesi ve yeni problemlere çözüm bulamamasıyla medeniyetin ya fosilleşeceğini, ya da yıkılacağını ileri süren Toynbee'de de, İbn Haldun'un tesirlerini görmemek mümkün değildir. İbn Haldun'a göre, 'ümran'ın -o, medeniyet demez- temelinde 'asabiyet' yatar. Asabiyet, göçebeliliğin farik vasfıdır. Göçebeler, her türlü lüksten uzak ve basit bir hayat sürerler. Onları birbirine bağlayan en önemli unsur, İbn Haldun'un 'asabiyet' adını verdiği 'aile ve kabile tesanüdüdür.

İbn Haldun'a göre, insanlar bir arada yaşamak mecburiyetindedir; fakat, bazı insanlar saldırgan olduklarından, bir arada yaşamak için bazı müeyyideler gerekir. Bu müeyyidelerin kaynağı, ya güçlü bir ferd, ya da ictimâi tesanüddür. Bu şekilde ortak bir otoriteye duyulan ihtiyaç, devletin doğuşuna kapı açar.

İctimâi tesanüd, göçebelerde daha güçlüdür. Bu tesanüd, dinle de birleşirse karşı konulmaz bir hal alır. Fakat, devlet kökleştikçe tesanüd ihtiyacı azalır ve bir zaman sonra yerleşik hayatın getirdiği lüksün toplumu ve ictimâi tesanüdü çözücü tesirleri sebebiyle, yöneticiler iktidarlarını mutlaklaştırmaya çalışırlar. Hükümdar bu maksatla bir "mele" teşkil eder ve paralı askerler edinir. Asabiyet zayıflar, israf artar, ihtişam ve sefahet ön plâna çıkar, vergiler ağırlaşır ve artık çöküş kapıdadır.

Beşeri tarih felsefelerinin Kur'ân'ın mes'eleye bakış zaviyesinden ayrıldığı en mühim nokta, her filozof veya ictimâiyatçının, geçmiş veya kendi zamanındaki hâdiseleri yorumlayıp, zamanın tesirinden kurtulamayarak, hâdiselerden netice ve kaidelere varmasıdır. Halbuki, Kur'ân-ı Kerim, mes'eleye öncelikle ferdi eksen alarak bakar. Bu noktada, ferdi şekillendiren 'tarih' değil, aksine, tarihi yapan 'ferd'dir.

İkinci olarak, Hegel felsefesindeki iradesi mutlak dünya rûhu'nun, Marx ve benzerlerinin görüşlerindeki karşı konulmaz kanunların ve Danilevsky ile Spengler gibi ictimaiyatçılardaki mutlak yasaların Kur' ân'daki karşılığı 'Meşiet-i İlâhi'dir. Böyle olmakla birlikte, Kur'ân, her ne kadar 'Meşiet-i İlâhi'nin mutlaklığını ve karşı konulmazlığını vurguluyorsa da, bu, hiç bir zaman insan açısından bir 'fatalizm', yani 'cebriyecilik' demek değildir.

Tarihin içinde akıp gittiği 'zaman' ırmağı, Cenâb-ı Allah'ın (cc) Meşieti'nin Alem-i Şehâdet'de, yani, içinde yaşadığımız kâinattaki tecellilerinden veya teşahhusatından ibarettir. Bu noktada, 'zaman' ve zamanın gel-gitleri, yani toplumların, medeniyetlerin veya ferdlerin başlarına gelenler, galibiyetler, mağlubiyetler, iniş ve çıkışlar, Allah'ın "insanlar arasında döndürüp durduğu günleri"nden ibarettir. Fakat, bu günleri bu şekilde döndürüp durmanın sebebi, gerçek iman sahipleriyle İnanmış görünenlerin ortaya çıkması, kısaca, insanın bir imtihana tabi tutulmasıdır.

İmtihan ise, insanda doğru ile yanlış, iyi ile kötü ve gerekliyle gereksiz arasında tercih yapacak beşeri bir 'irade'nin varlığını gerektirir. Şu halde, tarihi yapan, cebbar ve cebri bir Meşiet-i İlâhi değil, bu Meşiet'in bir bakıma beşeri iradeye olan taallukudur. Evet, Allah, insanın kaderini yazmıştır; fakat kader, bir bakıma İlm-i İlâhi'nin bir unvanı ve ilim de maluma tabi olduğundan, kader insanı zorlamaz. Allah, muhit ilmiyle insanın nasıl davranacağını bilmiş ve kaderini ona göre yazmıştır; yoksa, insan, kaderinde öyle yazılı diye davranmaz; bilakis, insan nasıl davranacaksa, kaderi ona göre yazılmıştır. Bu mes'ele kavrandığında, gerek önceki asrın gayr-i makul ve mantıksız tarih felsefelerinin, gerekse İbn Haldun veya Spengler gibi ictimâiyatçıların 'mecburi son' anlayışlarının tutarsızlığı görülebilir.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Madem öyle, Kur'ân neden Allah'ın değişmez sünnetinden ve ümmetlerin mutlaka gelecek olan ecelinden bahsetmektedir? Evet, Kur'ân, Allah'ın değişmez sünnetinden ve ümmetlerin ecelinin takdim veya tehire uğramayacağından söz eder. Fakat, Allah'ın değişmez sünneti, insanı belli şekilde davranmaya zorlayan bir kader, bir 'yazgı' değil, insanın tutum, inanç ve davranışlarının karşısına koyduğu neticedir; yani, Allah, insana geçmesi gereken Yol'u ve uğramaması icab eden yollan göstermiş ve neyi nasıl yapar ve ne şekilde davranırsa, dünyada da, Ahiret'te de nasıl bir karşılık göreceğini açık seçik belirtmiştir.

İşte insanın davranışlarının neticesinden, gittiği yolun varacağı sondan kurtulamaması Allah'ın sünnetidir ve ümmetlerin takdim veya tehire uğramayan ecelleri de, yaptıklarının veya yapacaklarının karşılığında İlm-i ilâhi'nin 'önceden' tesbit ettiği birer neticeden ibarettir.

Bu mevzuda, ikinci bir soru da şu olabilir: 'Kaçınılmaz bir son' yoktur da, neden şimdiye kadar hiç bir medeniyet ve zirveye çıkmış hiç bir toplum veya devlet, ayakta kalamamış ve tarihe karışıp gitmiştir? Evet, zaten İbn-i Haldun'un ve Spengler, Toynbee ve benzeri ictimâiyatçı ve tarih yorumcularının kalkış noktası, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, tarihin asıl dinamik ve faktörlerini izahtan ziyade, tarihi, kuruluş, yükseliş ve yıkılışları görünür sebepleriyle yorumlamak olmuştur.

Geçmişe bakan her insanın varacağı netice de zaten başka olmayacaktır. Fakat, şimdiye kadar hiç bir toplumun zirvede kalamamış olması, bunun mecburi bir son, toplumları ve milletleri kıskacına almış determinist bir kanun ve kaide olmasını gerektirmez. Şimdiye kadar yaşayıp gitmiş toplum ve milletler, zirvede kalışın gereklerini yerine getiremedikleri ve ikaz edildikleri halde, kendilerinden öncekilerin yollarına tabi oldukları için, bu taraftan çıktıkları zirvelerden öbür taraftan inmek zorunda kalmışlardır.

Yoksa, kendilerini zorlayan bir kanun, bir determinizm değildir bu. Böyle bir determinizmi kabul etmek, insan iradesini bir bakıma yok saymak ve Kur'ân'ın, ayakta ve zirvede kalabilmek için yıkılıp gitmiş milletlerin kendilerini yıkılışa götüren yollarına tabi olmama noktasında yaptığı onca ikaz ve tavsiyeyi görmemek ve -hâşâ- boşuna addetmek olur. O kadar ki, bu zaviyeden, Kıyâmet'in bile bir bakıma insanların âmellerinin neticesi olarak kopacağını söylemek, inşâ Allah hatâ olmayacaktır.

Kur'ân'a göre, insan yeryüzünde bir imtihana tabi tutulmaktadır. Ona, bir bakıma dünya hayatının kaynağı ve mesnedi olarak 'nefs' verildiği gibi, nefsin arzu ve isteklerini nasıl tatmin ve ne yöne kanalize edeceği de öğretilmiştir. Kaldı ki, her insanın -belki, hiç bir uyarıcıya ihtiyaç duymadan hissedebileceği- vicdanında mekni hakikatler, ona çok zaman hangi yolun ve ne tür davranışın 'doğru' olduğunu fısıldayacaktır.

İnsan, içtimâi bir varlık olarak, hem hemcinsleriyle bir arada yaşamak, hem de 'tabii' çevreyle belli münasebetler içinde bulunmak durumundadır. Kendisini ne hemcinslerinden, ne de tabii çevresinden koparamaz o. Bu münasebetler ise, hak-vazife, yetki-sorumluluk dengesi çerçevesinde 'adalet' temeline oturmak mecburiyetindedir. Onu adaletten uzaklaştırıp zulme sevkeden, nefsin isteklerine boyun eğmesi, arzularını tatminde kendi sınırlarını aşıp başkalarına tecavüz etmesi, Kur'âni tabirle 'heva ve hevesine uyup, başkaları üzerinde 'bağy' etmesidir. Bu şekilde, tecavüz yolunu tutan baği, şaki ve nefsani isteklerinin zebunu kişiler, zamanla bu yaptıklarını haklı çıkarmak için 'kendi yanlarından bir takım hükümler' ortaya koyabilirler.

Halbuki, bütün insanlar, insan ve mahluk olma noktasında birbirlerine eşit olduklarından renk, ırk, dil, güç ve sermaye, toprak, tarih-yani önceden doğmuş olma- gibi faktörler, hiç bir insana, başkalarının uymak mecburiyetinde olduğu hükümler koyma hakkını vermez. Kaldı ki, insanın bilgisi, kudreti ve imkânları sınırlıdır da. Hem kendisinin, hem diğer insanların, hem de tabii çevrenin kendi içlerinde ve birbirlerine karşı dengeli, tutarlı ve sulh içinde bir hayat sürmesi için, eşyayı, insanı ve kâinatı her yönden tanımak gereklidir. Bu ise, muhit bir ilmi gerektirir ve ancak Yaradan'a hastır.

Yaratılan asla Yaradan gibi olamaz ve Yaratan Bilen'dir. İşte, Kur'ân'a göre başoyuncusunu insanın teşkil ettiği tarihin en önemli üç temelinden biri 'adaleti', diğeri de, insanı adalete uymaya -bilhassa ve tercihan- mecbur edecek 'ahlâki değerler'dir. Ki, bu adaletin keyfiyetini ve ahlâki değerleri tayin ve tesbit hakkı da yalnızca Allah'a ait olup, insan, bu hakkı teslim etmesi veya kendine mal etmesi ve bu iki tür kabul ve inanç çerçevesinde takındığı tavır ve gösterdiği davranışlara göre, bir bakıma kendi kaderini çizer ve kendi tarihini yazar.

Kur'ân'dan anladığımız kadarıyla, tarihi çizen üçüncü ana faktör, Kâinat'ta geçerli İlâhi Kanunlar'dır. Bugün yanlışlıkla 'tabiat kanunları' diye tesmiye edilen ve esasta Allah'ın tüm eşya için, kâinat için ve varlıkların hayatlarını idame için koyduğu 'fıtri yasalar' olan bu Nevâmis-i İlâhi'ye uyup uymama da tarihin seyrini tayin eden önemli bir faktördür.

Meselâ, sabır, metod bilme, intizam ve belli şartların gerektirdiği davranışlarda bulunabilme bu 'nevâmis'ten olduğu gibi, bugün 'pozitif ilimlerin temelini teşkil eden 'fıtri' kanun ve prensipler de bu 'nevâmis' cümlesindendir. O kadar ki, bunlardan birinci şıktakiler için İslâm uleması, "Ehven-i Şerreyn tercih edilir; hayr-ı kesir için şerr-i kalil işlenir, işlenmezse şerr-i kesir olur; tamamı elde edilemeyen şeyin tamamı terkedilmez" gibi fıkha da esas olan kaideler vaz' etmişlerdir. İkinci şıktaki kanunlara mütabaat ise, modern ve gaddar Batı medeniyetine, çöküşe yüz tutmuş bulunan İslâm medeniyeti karşısında suri, maddi, teknik ve askeri bir üstünlük sağlama imkânı vermiştir.

Kur'ân, insanları bir yandan ancak Allah'a imanla gerçekleştirilebilecek ahlâki esaslara, söz gelimi, ölçüyü, tartıyı tam yapmaya, aldatmamaya, faiz, ihtikâr ve karaborsadan kaçınmaya; zina, fuhuş, içki, kumar, haksız yere adam öldürme, gasp ve hırsızlık gibi fiillerden uzak durmaya çağırır ve bu esasları göz ardı eden toplumların feci akibetlerini sürekli hatırlatıp gündeme getirirken, bir yandan da Allah'ın tüm kâinattaki âyât-ı tekviniyyesini okuyup incelemeğe davet eder.

Tek tek insanlar, Kur'an'da belirtilen bu esaslara uydukları ve onları ihlâl ve ihmal etmedikleri sürece, hem ferdi, hem de toplum hayatlarında tam bir sulhun, huzur ve saadetin, emniyet ve âhengin hâkim olduğu görülecektir. Yok, aksi yönde davranırlarsa, o zaman da başlarına gelecek her türlü arzî ve semâvi belâya içlerinde çıkacak fitnelere, gâret ve kıtallere hazır olmalıdırlar; çünkü, insanın zulüm ve tuğyanı, yalnızca kendisini ve toplumunu değil, münasebette bulunduğu diğer bütün eşyayı, arz ve semayı da müteessir eder ve harekete geçirir.

Burada, Kur'ân'ın tarihe bakış açısından çok önemli bir noktayı daha belirtmemiz gerekiyor: İnsanlık tarihinin de olanca açıklığıyla şahid olduğu üzere, zamanın çevrimleri vardır ve hiç bir zaman "geri çevrilemez tek yönlü tarihi bir akış' bahis mevzuu değildir. Hayırda, adalette, ahlâki güzellikte ve fıtri hakikatlara mütabaatta yarış eden bir toplum, zamanla kendini değiştirir; adaleti zulme, hayrı şerre, ahlâkı fücura çevirip, fıtri gerçekleri de göz ardı ederse, hiç şüphesiz yıkılışa doğru gitmekte demektir. Buna karşılık, zulüm, fesad ve fısk üzere olan bir toplum, Allah'a iman ve ibadetle hayra, adalete ve ahlâka koşmaya yönelirse, o zaman da sulhe, salâha ve çıkışa yönelmiş demektir. Sonra, ne çıkış, ne de iniş asla durdurulamaz ve yıkılıştan sonra yeni bir kuruluş gerçekleştirilemez demek değildir.

İlk insandan beri aynı esaslarla gelen nebilerin kıssaları ve kavimlerinin hayattan tarihin nasıl daireler çizdiğini, ne inişleri çıkışların, ne çıkışları da inişlerin takip ettiğini göstermektedir.

Zaten, 'İslâm'ın hükümleri ile tam bir mütabaat içinde olan kâinatta geçerli nevâmis-i ilâhi'nin kaidelerinin gereği olarak, yeryüzünde ve ferdlerin hayatında bile inişleri yokuşları, yokuşları da inişler takip etmiyor mu? Önemli olan, inmeğe çalışmak, ama iniş anında isek tam bir 'inabe' ile çıkışa yönelmek ve her halin gereğini -imtihanda olduğumuzu unutmadan- yerine getirmektir. Sonra, Hz. Yunus'u dinlemeyip, kötü yaşayış ve batıl inanışlarından vazgeçmeyen Ninovalılar'ın, kendilerine ceza ve azab artık hak olmuşken, tam bir inabe ile Hakk'a yönelmeleri üzerine azabın kendilerinden kaldırılması, inabe, tevbe, duâ ve yakarışları belâ, musibet ve yıkılışları nasıl savup, huzur, saadet ve çıkışın payandaları olduğunu gösteren en güzel bir misaldir. Kur'ân'ın bu mevzudaki, "Bir kavim kendini değiştirmedikçe, Allah da durumlarını değiştirmez" âyeti, kesin bir gerçeğe işaret etmektedir.

İbn Haldun'un 'asabiyet'i ön plâna çıkarıp, Dini asabiyete destek yapması da tenkid edilebilir bir hususiyet arzetmektedir. 'İman ve Takva kelimesi'nin 'cahiliye hamiyetini nasıl galip geldiğine Kur'ân ve Rasulüllah'ın Ashabı'nın hayatı şahid olduğu gibi, müsbet asabiyet, belki Din'e kale ve yardımcı olabilir.

Son olarak şunu ifade edelim ki, mühim olan lüks, rahatlık, daha fazla eşyaya sahip olma, daha fazla tüketmek, mânâ pahasına maddeye, rûh pahasına cisme ve Ahiret pahasına dünyaya yönelme yönünde uzanacak ufkî (yatay) bir terakki değil; ahlâk, fazilet, ihlâs, rûh, mânâ, ve kulluk yönünde yükselecek amudî (dikey) bir tekâmüldür. Biz, Müslümanlar olarak, 'ufkî terakkî'ye, ancak 'amudî tekâmül'e hizmet ettiği ölçüde değer verir ve 'ufkî terakki'yi 'amudî tekâmül'ün hizmetine hasrederiz.

KAYNAKLAR:

Kur'ân-ı Kerim.
Mazharuddin Sıddıkî, Kur'ân'da Tarih Kavramı, İst. 1982. Erol Güngör, İslâm'ın Bugünkü Mes'eleleri, İst. 1983.
Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, İst. 1974.
Seyyid Kutub, Tarihte Düşünce ve Metod, İst. 1980.
Maurice Mucaille, İnsanın Kökeni Nedir? İst. 1984.
Abdülhamid Sıddıkî, Tarihin Yorumu, İst. 1978.
Karl R. Ropper, Tarihselciliğin Sefaleti, İst. 1985.
Ariel, Will Durant, Tarih Üzerine, İst. 1983.
İbn Haldun, Mukaddime, İst. 1982. Oswald Spengler, Batının Çöküşü, İst. 1978.
Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, İst. 1980.
Robert Nisset, History of the Idea of Progress, Londra

 

 

 

Yazar:
Kuranikerim.org
Kategorisi:
Makaleler & Yazılar
Gönderi tarihi: 29-11-2008
3,601 kez okundu
Block title
Block content