A- Fehmu'l-Kur'ân
Muhasibî, Fehmu'l-Kur'ân'ın mukaddimesinde, ileride de göreceğimiz üzere, bir mü'minde olması lâzım gelen, sağlam bir düşünce temelini tesbitle işe başlar. Bu, ayne'l-yakin mertebesinde bir Allah bilgisi, neticesi itibariyle de tereddütsüz bir iman ve teslimiyet, onun da ötesinde bir zevk-i ruhanidir. Muhasibî'ye göre, Kur'ân'ı anlamak ve onu tefsir etmek isteyen insan için evvelâ böyle bir iç donanıma sahip olmak çok önemlidir.
Burada Muhasibî, Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğü, O'nun sonsuz kudreti, dünyada ve ukbada kullarına bahşettiği ve edeceği nimetleri hatırlatıp tembihte bulunduktan sonra, hesap günü biz kulların elinde, kendisine dayanarak en küçük bir itirazda bulunabileceğimiz herhangi bir mazeretin olmayacağını belirtir. O, insanlığa yol gösterici rehberlerin gönderildiğine, ayrıca, Allah'ın bizlere baha biçilmez bir nimeti olan akıl hediyesine ve onun Kur'ân'ı anlamadaki fonksiyonuna dikkatleri çeker. "Eşya zıddıyla bilinir" kaidesince, akl-ı selim sahipleri, aklın ne büyük bir nimet olduğunu, içinde yaşadıkları toplumda bu nimetten mahrum insanlara bakarak anlayabilirler. Eğer ışığın kıymeti karanlığın mevcudiyetiyle anlaşılabiliyorsa, akıl da, bundan mahrum olanların varlığıyla gerçek değeri içinde idrak edilebilir.
1. Akıl Dinamiği
Muhasibî, aklın, insanlara Allah'ın bir lütfu oluşu ve buna mazhariyetin getirdiği mesûliyetle alâkalı olarak şunları söylemektedir:
"Allah, Amma bunu ancak ülü'l-elbab (meselenin özüne, künhüne vâkıf olanlar) idrak eder' (Ra'd, 19). Aklını işleten bir kavim için ve tefekkür eden bir kavim için' (Bakara,164; Ra'd, 3; Neml, 12; Rum, 24) gibi ifadelerle, insanların akıllarını ne ölçüde nazar-ı itibara aldığını ortaya koymaktadır. Çünkü Allah, aklı, hikmetin madeni olarak, farklı düşünce ve görüşlerin iktibas edildiği bir meşale, anlayışların istinbat edildiği bir kaynak, ilme kale, gözlere de nûr olarak yarattı. Netice ve özlerin tamamı ona dayanır. Gayb ilminden verilen haberlerden kendisiyle istidlâl edilir. İnsanlar, fiilleri, meydana gelmeden önce onunla takdir ederler. Vücuda gelmeden önce de neticesini (ilme'l-yakîn) bilirler."1
Muhasibî, akıl dinamiğinin insanın dünyası ve ukbası adına oynadığı rolü ve ehemmiyeti belirttikten sonra, yaratıklar içerisinden Cenab-ı Hakk'ın bazı kulları seçip çıkardığı ve bunların da, bu hassayı gerçek manâda ve Kelâmullah'ı anlamak üzere kullandıklarına dikkat çekmektedir.
"Allah, yarattıkları içinde kullarından bazısını hususi olarak seçti. Onlar da kendilerine lutfedilen akıllarıyla O'nun sözünü idrak ettiler de, bu sebeple gözlerden gizlenen bazı hususlar açıklığa kavuştu. Sonra Allah, bu ilk halislerden hakkı ikrar edip rububiyetini itiraf eden, sözlerini tereddütsüz tasdik edip Zâtına tazimde bulunan, kadrini yüceltip azametinden titreyen, kendisinden haya edip korkan, cezasından ve şiddetli azaptan sakınan, bütün kirlerden temizlenip beden ve kalbine ait tüm takatini ve vüsatini bezleden, Zâtını kâmil sıfatlarla vasfedip, uygun olmayan bütün nâhoş şeylerden tenzih eden, O'nu her bakımdan yegâne bilip, yaratıklardan hiçbirini hiçbir surette Zatına denk ve benzer tutmayan daha hasları kendine has ihtiyar eyledi.
"Bu haslar, Zat-ı Ecell-i A'lâ'yı mehafette, korkuda, emellerde, arzularda ve Zatına hüsn-ü tevekkül besleme ve güvenmede, eşsiz ve misilsiz addettiler. Dünyaya talip olmadan bedenlerini âzâd edip, mevlâları olan Allah'ın kendilerine hüsnü muamelede bulunacağına hulûs-u kalb ile inanıp, rızasını taleb ederek Zatını birlediler... Kitap ve Sünnet çizgisinde basiretli ve nüfuzlu bir gözle emir ve nehiylerin bilincinde olarak doğruların yollarına devam ettiler... Allah, onlara "yakin"i, Rab'lerinin kendilerine olan va'diyle birlikte tehdidini aynen gördüklerinden dolayı lutfetmedi. Ancak, kitabında tezkir, tefkir, tesbit ve tedbir şeklinde buyurduğu derin anlayışlarından dolayı bahşeyledi."2
Allah'ın kendilerine ihsanda bulunduğu akıl cevherini yerinde işleterek rıza mertebesini elde eden ve murad-ı İlâhîyi anlayan insanların hususiyetini Muhasibî, tezkir, tefkir, tesbit ve tedbir'le ifade edilen derin anlayışlarına hamleder. Bu kelimeler, Kur'ân-ı Kerim'de değişik bab ve kalıplarda, özellikle bir mevzuun ve bazı âyet-i kerimelerin sonunda fezleke olarak dikkat çekecek kadar zikredilmektedir.3 Eğer yakîni yakalayıp murad-ı İlâhîyi anlayan insanlar, bu kelimelerde ifade edilen manâları kavramaları münasebetiyle lütüfyab oluyorlarsa "ki öyle görünüyor" aklı kullanmak, Kur'ân'ı anlamada ve isabetli yorumlamada usûl açısından üzerinde durulmaya değer bir prensip olarak görülmektedir.
Muhasibi'ye göre, bu mazhariyeti elde etmek için insanlar, tekrar ber tekrar atf-ı nazar edip fikrî faaliyette bulundular. Kur'ân'ı durmadan tekrar ettiler. Akıbetlerini devamlı tedebbürle fikrettiler. Delillere has manâları araştırıp, gaybı durmadan mütâlaa ettiler. Allah'a ibadetleri ve Cenab-ı Hakk'ın da kendilerine olan ihsanı sayesinde, akıllarıyla Melekût alemiyle irtibata geçtiler... Bu sayede onlar, Cenab-ı Hakk'ın kitabında inzal edip, kelamıyla haber verdiği hususları en doğru anlayanlar oldular. Bunun için de Zat-ı Zülcelâl, "Ey inananlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, inananlara bir rehber ve bir rahmet geldi." (Yunus, 57) buyurmaktadır..."4
Kısaca arzettiğimiz hususların ışığı altında diyebiliriz ki Muhasibî, Kur'ân talebesinin evvela sağlam bir iman ve vicdan terbiyesine sahip olmasını, bununla beraber, akıl nimetini çok iyi kullanmasını salıklamaktadır. Özellikle Allah Tealâ ve O'nun elçilerine ait bilgi tam olmalıdır ki, gönderdiği Ferman-ı Sübhani maksadına uygun anlaşılabilsin. Bu konu, Muhasibî'nin üzerinde ısrarla durduğu bir konu olup, Kur'ân'ın doğru anlaşılıp isabetli yorumlanabilmesi için asla ihmal edilmemesi gereken bir hakikattir.
Bu hakikatin ifadesi olarak, bir sözü değerlendirirken, önce Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Hangi makamda söylemiş? şekliyle ifade edilen esaslar göz önünde tutulmalıdır ki, söz söyleyenin yüceliği, kelâmın güzelliği ve kuvvetinin kaynağı anlaşılabilsin.
B - Fedailu'l-Kur'ân
Muhasibî, Kur'ân'ın iyi anlaşılması için, O'nun tekrar tekrar ve çok dikkatle okunması gerektiği üzerinde de durur. Bunu, bir bakıma onun tasavvufî yönüne vermek mümkün olmakla birlikte, Kur'ân'ı anlamada bu yaklaşımın da önemi göz ardı edilemez.
1. Tilavetü'l-Kur'ân:
Tilavetü'l-Kur'ân, Kur'ân'ın dikkatle okunması demektir. Kur'ân-ı Kerim, bir zikir ve dua kitabı olduğuna göre, zikir ve dua tekrar ile tenvir eder. Tekrar ise tilavetle olur. Kur'ân'ı tilavet tezekkür, tedebbür ve tefekkür için ilk adımdır. Zira ilim ve dua ile kemale yürüyen insan, elde edeceği ilim ve irfanla daima yeni terkiplere ve yeni keşiflere açılma istidadına sahiptir. Bu çerçevede her zaman Kur'ân okunmalı ki, O'nun çağlar boyu devam eden parıltıları ve sırları sezilebilsin, Kelâm-ı İlâhî maksadına uygun anlaşılabilsin. Çünkü insan, bugün Kur'ân okurken dikkatinden kaçırdığı ve sezemediği bir hakikati, vird haline getirdiği tilavetiyle yarın yakalayarak anlayabilir.
Bu mevzu ile ilgili Seyyid Kutub'un benzer bir yorumu şöyledir: "Şurası asla hatırdan uzak tutulmamalıdır ki, yerinde oturup duranlar, bu Kur'ân'ın esrarını çözemezler. O'na candan inanarak, gereklerini yerine getirmek üzere, karşıdaki cahiliye topluluğuna karşı (devrinin şartlarına uygun) harekete girişmeyenler, hiçbir zaman için Kur'ân'ın mefhumlarını anlayamazlar...
"Evet, şu anda Kur'ân'la ilk muhatap olan nesiller ile bizim neslimiz arasındaki büyük farkı ve uçurumu derinden derine hissediyorum. Doğrusu onlar, Kur'ân'a bilfiil muhatap oluyorlardı. Hiçbir aracı olmaksızın doğrudan doğruya Kur'ân kaynağından besleniyorlardı. Bütün benlikleriyle göz kulak kesilip, duygularını O'nun tesirine veriyorlardı. O'nun neşrettiği sıcaklık, aydınlık ve işaretlerle gelişip olgunlaşıyorlardı. Sonra da Kur'ân'ın getirdiği gerçekler, değerler ve düşünceler doğrultusunda keyfiyet kazanıyorlardı.
"Evet, şu anda sanki bu sûreyi (Ra'd) ilk defa okuyormuş gibiyim. Halbuki O'nu sayamayacağım kadar önceleri kaç kere okumuş ve kaç kere dinlemişimdir. Ne var ki, bu Kur'ân sana, O'na kendini verdiğin miktarda kendisini verir... sen ruhunu O'na açtığın miktarda O da sana sırlarını döker, işaretlerini verir, parıltılarını sunar, aydınlıklarını serper ve her defasında O'nu yepyeni hissedersiniz. Sanki ilk defa karşılaşıyormuş gibi olursun O'nu okurken. Sanki daha önce, o anda verdiklerinin hiçbirisini duymamış, işitmemiş ve görmemişindir..."5
Diyebiliriz ki, Kur'ân'ı sadece Arapça'yı bilenlerden ziyade, gerçek manâda Allah'ı bilenler anlar. Muhasibî de, bu mevzu ile alâkalı düşüncelerini genişçe ele alır ve şunları serdeder: "Kur'ân'ın delâleti ve rehberliğiyle murad-ı İlâhî'yi idrak eden basiretle hareket etmiş olur. O'nun ipine sarılan, her türlü sürçmeden korunmuştur. Yalnız kaldığı yerlerde O'nu tilavet eden Rabbine daima münacaattadır. Çünkü o, kendini kurtarmakla meşguldur... Murad-ı İlâhîyi anlayan, Kur'ân'ın tadını tatmış olur. Ve bu anlayışına da Allah'a münacaat lezzeti karışır. O zaman karşılıklı konuşma nedir, onu bilir.. bilir de, Allah'ın kendisine anlattığı şeyi idrak eder. O'nu bir sığınak edinir. O'nda huzur bulur. Bütün yalnızlıklarında O'nunla dost olur. O'nu hiçbir şeye tercih etmez. Böylece dünyada kendinden öncekilere hayrul-halef, sonradan gelip aynı hedefe yürüyenlere de hayrusselef olur. Bütün hayatında Kur'ân'ı tedebbür eder.. eder de Allah onun "kâr"ı olur."6
"Allah'ın seçtiği "has"lar topluluğu ise Kur'ân'ı, özellikle kalben anlamayı kendilerine şiar edindiler ve başkalarını da buna davet eylediler. Makarr-ı saltanatlarına olan uzun yolculuklarında Kur'ân'ı kendilerine azık edindiler. Edindiler de, kıyamet günü maruz kalacakları ağır yükün şiddetini anlayıp korkup çekindiler... Bütün günahlardan Allah'a tevbe ettiler. Kirlerden temizlendiler. Geçmiş günahlarına tevbe edip, amellerinde de ihlâsı yakalamaya çalıştılar... maruz kaldıkları her şok hâdiseden sonra da tekrar silkinip Kur'ân'la kendilerine geldiler.
"Sürekli okumakla O'nun nuru eksilmez. Anlamanın derinliği idrak edilmez. O'nu sürekli okuyan bile hiçbir zaman O'nun son sınırına ulaşamaz. Çünkü O, muttakilerin kopmaz halatına sarıldığı Kelâmullah'tır. Rahmet kalası olarak ibadet âşıklarının sığındığı bir sığınaktır." 7
Muhasibî'ye Kur'ân'ı anlama ve bu sayede rıza mertebesine ererek, Rabb'in hoşnutluğunu kazanma çareleri sorulduğunda, "Emir ve yasaklar dairesi içinde kalınmalı" der ve ilave eder: "Kur'ân'ı anlamak, O'nu gerçek manâda anlayıp anlatanı (Allah) bilmekten geçer".
2. Tedebbür ve Tezekkür
Bir şeyi evire çevire ele alıp teker teker tahlile tabi tutma da diyebileceğimiz tedebbür ve tezekkür, ilk hamlede akla gelen manâları itibariyle, mahalleri kalp ve akıl olan iki kelimedir. Bunlar, bir kelimenin veya ifadenin ilk bakışta zihne doğan manâlarından ziyade, derindeki hakikatleri keşif için lüzumlu ve önemli hasletlerdir. Zikrin tefekkürle beslenmesi ise, yeni yeni tesbitler için çok önemli bir faaliyettir. Muhasibi, tedebbür ve tezekkürün manâsıyla ilgili olarak şöyle der: "Cenab-ı Hak, Kur'ân'da indirdiği âyetleri insanlar akıllarıyla tedebbür etsinler ve murad-ı İlâhîyi kalbleriyle ve selim akıllarıyla tezekkür etsinler diye buyurdu ve şöyle dedi: Bu Kur'ân, sana indirdiğimiz çok mübarek bir kitaptır" (Sâd, 29). O'nu "bereket" (bolluk, saadet, ziyadelik.) olarak isimlendirdi ki, böylece kurtuluşa delâlet eden bir kitap olduğunu bilsinler ve ona ittiba ile Cennet'e, şerefe, izzete ve îtibara nail olsunlar. Yani, âyetler üzerinde düşünsünler' (Sâd, 29) buyurdu. Cenab-ı Hak, Kur'ân'ı tezekkür ve tefekkür için indirdiğini haber vermekte, özellikle de bununla, yani tefekkür ve tezekkürle, beyin sahibi, kalb sahibi akıllılar zümresinin olduğunu vurgulamaktadır."8
"Bütün bunları tedebbür ve tefekkür etmemiz için gönderilen Kur'ân-ı Kerim, devamlı ve ısrarlı bir beyin sancısıyla, her an düşünülmeli ve her devrin ihtiyacı olan hususlar Kur'ân'dan böyle bir cehd ve gayretle istinbat edilmelidir. Başka türlü de Kur'ân'ı anlamak mümkün değildir."9 "Ayette geçen ليدبروا tabiri, bir şeyi evire çevire ele alma, baştan sona, sondan başa gelip giderek teker teker düşünme manâsına gelir.10
Ve işte Kur'ân, böyle bir tedebbürle incelenmelidir... Ayrıca akıl sahipleri, Kur'ân'dan istifade ile daha nice hakikatleri bulup keşfederek büyük ve derin manâlara, bu tefekkür sayesinde nüfûz edecektir ki, âyette وليتذكر أولواالألباب denilmiştir.11
Suyutî de, tedebbür için tertilin müstehab olduğunu nakleder ve "Çünkü Kur'ân'ı tertil üzere okuma, okunanın kalbde tesir icra etmesi ve Cenab-ı Hakk'ı tazim ve yüceltme adına önemli ehemmiyeti haizdir" der.12
3. Âyetlerin Tekrarı:
Kur'ân-ı Kerim'de rastlanan bazı tekrarlar, bazı lâfız veya cümlelerin yahut bazı manâların tekrarı olarak vuku bulmaktadır. Bu tekrarlar, Kur'ân'ın eğitim usûllerinden biridir. "Rahman sûresinde 31 defa tekrar eden فبأي الآء ربكما تكذبان "Öyleyken, Rabbiniz'in hangi nimetini inkar edebilirsiniz?" cümlesi kendisinden öncekilere taalluk ettiğinden, Allah Tealâ, insanlara ve cinlere hitapla onlar için yarattığı nimetleri sayıp dökmekte ve her nimet faslından sonra, onların bu nimetleri itiraf etmelerini isteyip, şükür vazifelerini hatırlatmaktadır. Mürselât Sûresinde de 10 defa " ويل يومئذ للمكذبين ...Yalan sayanların vay haline!" âyeti tekrarlanmaktadır. Bu iki misaldeki âyetlerin mihveri, "Allah'ı bir tanıyıp şükretmek ve âhiretteki hesabı düşünmek"ten ibaret olan iki esas maksattır. Manâların tekrarında ise, dinin gayelerini ruhlara alışkın oldukları bir tarzda yerleştirmek ve aynı manâyı değişik ifade kalıplarıyla ve çeşitli üsluplarla ortaya koymaktır.13
Keza Kur'ân değişik seviye ve zihniyetlere hitap etmektedir. Bazı insanlara hulasaları yeterken, bazıları tafsilattan anlarlar. Bu da, Kur'ân'ın, bazı hakikatları değişik ifadelerle anlatmasını gerektirmiştir.14
Muhasibî de, sûrelerde manâ olarak tekrar edilen âyetlere işaret ederek, bu tür tekrarların, Kur'ân'ın anlaşılmasında dikkat edilmesi gereken hususlardan biri olduğuna ilişkin şunları söyler:
"Cenab-ı Hakk'ın bir kelâmı manâ olarak başka bir yerde tekrar edilir. Eğer bir sûreyi okurken, bazı manâlar anlaşılmadan ve kalben mutmain olmadan geçilse o, başka bir sûrede tekrar edilmek suretiyle İlâhî mesaj anlaşılır. İşte bu tekrardan dolayı da buna "mesani" denilmektedir. Muhasibî الله نزل أحسن الحديث كتابا متشابها (Zümer, 23) âyetiyle alâkalı olarak Katade'den rivayet edilen bir hâdise istinaden, "Kur'ân'ın helâlinde ve haramında hiçbir ihtilaf yoktur. Ancak bir âyet başka bir âyete, bir harf başka bir harfe benzer"15 der.
Muhasibî'nin Kur'ân'daki tekrarlara temas etmesi, çalışmamızın başından bu yana ortaya koymaya çalıştığımız gibi, onun, son kitap olan Kur'ân'ın gerçek muhtevasıyla anlaşılması gayesine yöneliktir. Bu münasebetle de o, Kur'ân'a bir bütün olarak bakmayı, sûre ve âyetler arasındaki münasebeti iyi sezmeyi ve netice itibarı ile, bir yerde anlaşılamayan hükmün daha sonra başka bir yerde benzer bir münasebetle zikredilen âyetle anlaşılabileceği görüşündedir.
"Kur'ân-ı Kerim'deki tekrarlar, olsa olsa dinleyenin bilmediği şeyleri, ona talim ve telkin maksadını taşımaktadır. Meselâ, muhatap, ahkâma ait bir hükmü bilemeyip, aklı ve fikri onu tam idrak edememiştir. Sen ise, o hükmü ona anlatmak istiyorsundur. Bunun üzerine onun için meçhul olan bu durum, senin sözünü işitip dinlemekle malum olmakta ve ifade etmek istediğin maksadını kavramaktadır. Bu sebeple de, Kur'ân bol bol okunmalı ve mücerret bir idrak ve anlayışla yetinilmemelidir."16
Muhasibî, Kur'ân'ın nüzulünden önce kendi kitaplarına ait ilim verilenleri vasfederken, "Allah, bizden önce kendilerine ilim verilenlerin korkusunu ve titremesini haber verip, "onların korkuları, kitaplarında mezkur âyetleri anlamaları ve kelam-ı İlâhîyi derinden derine tefekkürlerinden dolayı idi" der, ve şu âyetleri okur:
"De ki: siz ister ona inanın ister inanmayın, O, daha önce kendilerine bilgi verilenlere okunduğunda onlar derhal çeneleri üstüne secdeye kapanırlar ve Rabbimizin şanı yücedir, gerçekten Rabbimizin sözü yerine getirilir derler. Ağlayarak çeneleri üstüne kapanırlar ve Kur'ân onların derin saygısını artırır." (İsra, 107) "Onlar Rahmanın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı." (Meryem, 58)
Görülüyor ki Muhasibî, evvela Kur'ân'ın geldiği sonsuz kaynağı bilmenin yanında, vicdan kültürü diyebileceğimiz köklü bir iman ve marifetle varlığın çehresinde O'nun tecellilerini, O'nu görürcesine tanımamızı istiyor. Ayrıca Kur'ân'ı mütalâa ederken de, O'nun, tedebbür ve tefekkürle, evire çevire, önemli bir yitiğini arayan insan misali, gözü hep rıza mertebesinde, bedenen burada ama ruhen ahiret yamaçlarında, hedefe yürürcesine okunması ve anlaşılmaya çalışılması gerektiği üzerinde duruyor.
Kur'ân'a insan kendini bu ölçüde verirse, O da ona kendini verir. "Nuruyla yolunu aydınlatır. Sırlarını açar. Parıltılarını sunar. O'nu, sanki ilk defa okuyormuşçasına, her defasında yepyeni bulur insan.."
C - Fıkhu'l-Kur'ân
Muhasibî için en önemli konu Kur'ân'ın İlâhî maksada uygun anlaşılmasıdır. Diğer bir deyişle, Kur'ân ruhunun kavranmasıdır. Tıpkı bir yönüyle İbn Cerir (H. 310) ve İbn Kesir (H. 774) gibi kimselerin kendi devirlerindeki kültürleriyle beraber Kur'ân'a bir bütünlük içerisinde baktıkları gibi, Kur'ân'a bakmalı, şimdilerde Kur'ân'ın bütününü tek bir levhaya yazıp bir bakışta tamamını görme imkânı hazırladıkları gibi, insan da, zihnen bir hamlede bir mevzu ile alâkalı Kur'ân'ın tamamını tarayabilmeli ve O'nu bütünlük içerisinde değerlendirebilmelidir.
Diğer yandan, Kur'ân'daki her sûre, tek başına Kur'ân'ın hemen hemen bütün muhtevasını özet olarak bünyesinde barındırmaktadır. Ayrıca, Kur'ân'ın bütün sûreleri arasındaki sağlam irtibat, onları tek başına değil, bütün olarak ele almamızı gerektirir. Eğer bu bütünlük sağlanamıyorsa, kastedileni anlamada eksik kalabiliriz. Dolayısıyla tenasübe riayet edemeyiz ve insicam bozulur. Sadece bir âyete yüklenir ve hayalimize göre onu kendi anlayış zeminimize çekebiliriz. Oysa ki insan için asıl vazife, Kur'ân'ı kendi kafasındaki şablona göre değil de, Kur'ân'ın insana çizdiği çerçeve istikametinde anlama olmalıdır.
Bu çerçevede Muhasibî, Kur'ân'ı yorumlamada zikrettiğimiz hususların yanında, maksad-ı İlâhînin daha iyi anlaşılabilmesi için şu konulara da temas eder:
1. Muhabbet
Muhabbet, kâinatın özüdür. Hayattan zevk alma ve ona zevkle bakma, Allah'ın insanın benliğine koyduğu sevgi sayesinde mümkün olur. Kin ve nefret onun engin iklimiyle yok edilir. O, dünyaya gelen her varlıkta en esaslı bir unsur, en büyük bir kuvvettir. Sevmeyen insanların olgunlaşıp, yükselmelerine imkan yoktur. "İnsan sevdiğini onu tanıdığı nisbette sever; tanımadığının ise hep düşmanı olmuştur. Eğer insan kendi Yaratıcısını tanıma mevzuunda herhangi bir şöhreti tanımaya duyduğu iştiyak kadar arzulu olsaydı, Rabbini tanıtıp tarif eden âyetlerden nasiplenseydi, zihnini kurcalayan birçok istifhama daha işin başında çare bulmuş olacaktı.
"...Bir sözün sevgiye ve idrake mazhar olması, onu söyleyenin sevgisinin kalblerdeki derecesine göredir. Bu, yaratıklar arasında ve kendi aramızda da câri olan bir durumdur. Kardeşimizin, akrabamızın, âlim, soylu ve şerefli birinin sözüne olan itibarımız, onlara karşı duyduğumuz sevginin derecesine bağlıdır. Bu açıdan, öyle birinin sözüne değer verir, onun namının etrafa ün salmasını ister, onu saygıyla anarız. Sözünün manâsını ise, şahsına karşı olan sevgimiz ve saygımız nisbetinde anlamaya çalışırız."17 Görüldüğü gibi Muhasibî, bir eseri anlamada eserin sahibine karşı duyulan sevginin önemli bir yeri olduğu vurgulamaktadır. İnsan, böyle bir muhabbetin, üzerinde hasıl ettiği tesire göre gelen mesaja kulak verir ve onu tetebbuya koyulur. Böyle bir ilk adım da, neticesi itibariyle ehemmiyet arzetmektedir. Ve hele bu eserin sahibi Mütekellim-i Ezelî olur ve o eserde, insanlığı zulmetten nûra çıkaran Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan olursa.. İşte insan, bu tarz bir iç kontrolü ve sevgi çağlayanıyla Kur'ân'ı daha derin duyar ve O'nun ruhunu kavramaya daha bir iştiyakla koyulup, O'nu anlamaya çalışır.
2. İlim
Kur'ân ilimleri, O'nu anlama ve tefsir etmede aranan ön şartlardan birisidir. Şunu hemen belirtelim ki, ilim ve amel daima birbirinin tamamlayıcısı konumundadır. İlimsiz amel kısır olduğu gibi, amelsiz ilim de talihsizdir. Bu çerçevede: "Allah nazarî akılla değil amelî akılla bilinir." denilirken, ilim-amel münasebetinin önemine değinilmek istenmiştir.
Kur'ân-ı Kerimde انما يخشى الله من عباده العلماء "Allah haşyetini, Allah korkusunu, Allah saygısını kulları içinden ancak ulema duyar. Ancak Allah'ı bilenler, o saygıyı hissederler. Allah saygısını daima duyup da Peygamberin inzarından müstefid olacak ve binaenaleyh temizlenip korunacak olanlar, Allah'ı, sıfat-ı kemaliyle bilen ehl-i ilimdir. Çünkü bir şey hakkında saygı, onun şanına olan bilgi ve bilginin derecesiyle mütenasip olur."18 Onun için Resûlüllah'ın (s.a.s.) "Allah'dan hakkıyla haşyet duyanınız ve korunup sakınanınız benim."19 buyurması da, ilmin bu konuda ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
"...Kur'ân'la meşgul olan anlar ki, âhirette nail olacağı birtakım nimetlere, zafere ve kurtuluşa, ancak hakiki ilim ve yegane kurtarıcıyı idrakle erilir. Netice itibarı ile azab-ı İlâhîyi celbeden şeylerden sakınıp Allah'a iltica ve âhirette beraat, ancak bunlara işaret eden ilim sayesinde mümkündür. İnsan bunları bilince, İlâhî azaptan ve helake götüren bütün yollardan kurtuluş aramak için kendisini harekete geçirmek ve beyan ve basiretle kurtuluşa çıkaran dosdoğru yola rehberlik eden işaretleri yakalamak için ilme sarılır. Bu izah ve aydınlanmadan sonra da, insanı baş aşağı götürecek yollardan içtinap eder.
"Bu hal üzere ilme rağbet edince akl-ı sahih ile anlar ki ilim, dengeler için önemli bir değer, kalblere faydalı bir iksir, gözlere de basiret pompalayan bir unsurdur...
Hiçbir insan O, isimleri ziyadesiyle pak, noksanlıklardan berî, şanı yüce, âlemlerin Rabbi, Kur'ân'ın sahibi, Mütekellim-i Ezelî olmadan faydalı bir ilme ulaşamaz. "Her ilim sahibinin üstünde daha âlim biri vardır." (Yusuf, 76) ve bu ilim Aziz ve Celîl olan Allah'ta nihayet bulur, ulaşabileceği en son noktaya ulaşır..."20
Evet, bir beşer olarak, kemali elde etmek için gönderilen insanın bu noktayı yakalamada ilmin payının büyüklüğü müsellem olduğundan, bunu daha fazla uzatmamak için kısa kesiyor, Muhasibî'nin Kur'ân'ı anlamada önemli gördüğü bir diğer tesbite geçiyoruz.
3. Niyet ve Sabır
Niyet ve sabır; ilk bakışta birbirinden uzak şeyler gibi gelir. Oysa ki her niyet edilen işin akabinde sabır gücünün yer aldığı ve alması gerektiği bir gerçektir. Ve onunla neticeye ulaşma, isabet ve sürat kaydeder. Niyet, kalbî bir ameliyedir. Bir kasddır. Niyetle müminlerin en küçük amelleri ve âdetleri ibadet yerine geçer. Namaz, onunla namaz olur. Oruç, onunla oruç olur. Onsuz bu ibadetler ibadet sayılmaz. Bundan dolayıdır ki "Ameller niyetlere göredir."21 denilmiştir.
Sabra gelince o, ehemmiyetine binaen Kur'ân'da defalarca zikredilir. "O, zorlukları aşmanın anahtarıdır."22 ve "Sabreden insan onunla zafer elde eder."23 Bu açıdan da göğüs gerilen ve katlanılan bir işin başında niyet olduğu gibi, niyet edilen bir amelde de onun getirdiklerine ve getireceklerine katlanma vardır. İşte Kur'ân'ı anlamanın ve onu yorumlamanın da kendine göre insana getirdiği bir mesuliyet söz konusudur. Ondan her devre bakan manâları istinbat ve istidlâl etmek isteyen insan, niyetini bu istikamette tutup sabır gücüyle yola koyulmalı ki, maksûduna erebilsin, aradığını bulabilsin.
Konuyla ilgili Muhasibî'nin yaklaşımı şudur: "...Kerim olan Rabb-i Zü'l-Celal, sana, zatına münacaat yollarını kolaylaştırdı. Seni muhatap alıp, sana teveccüh etti. Boş konuşmadı. Abes ve faydasız şeyler demedi. Pişmanlık duyulan ve unutkanlık ihtiva eden hitapta bulunmadı. Sana rahat ve rehaveti salık vermedi. Eğer sen O'nu işitmez ve dinlemezsen, O senden nasıl hoşnud olacak ki? Zihnî hazırlık yapmadan, kalbî teveccühte bulunmadan, sözünün manâsını anlamadan ve eşyanın hakikatini araştırmadan sergilediğin ilgi ve alâkasızlığınla O senden nasıl razı olsun ki..?
"...Ve yine O, yüce kitabında belirttiği hakikatleri ikame adına bir kararlılık göstermeden, kuru bir anlayıştan da hoşlanmadığı gibi, vakt-i münasipte herhangi bir erteleme ve tehir söz konusu olmaksızın, Hakk'ın hukukunu ikame istikametinde sabır gücüne dayanmadan da, kitabında belirttiği doğruları tutup kaldırma ve hayata tatbik adına kullanılan mutlak güç ve kuvvetten de razı değildir. Çünkü o Kitap, Cenab-ı Hakk'ın azameti ve kibriyasıyla bize hitap edip yöneldiği ve bize teveccüh ettiği Kelâm-ı İlâhîdir...
"Hal böyle iken, kalb dünya ile meşgul olunca, Rabb onu okuyanın okumasından nasıl razı olsun ki? Bizi Allah yarattı. Kulak kesilip O'nu dinlemezsek okuduklarımızı bilemeyiz. Zihnî istihzaratta bulunmazsak, O'nu dinlesek bile anlayamayız. Ta ki O'ndan başka her şeyden kat-ı nazar edinceye dek. Dediklerini kalben tasdik edip tazim etmediğimiz takdirde de, sözünün manâsını anlayamayız. Sevip sevmediklerini bilip, ölçüsünü tazimle karşılamadığımız sürece de idrak edemeyiz. Bu mezkûr hakikatler, dünya peşinde koşma, tûl-i emel ve makam-mansıb arzusuyla bağdaşmadığı gibi, bunlarla da elde edilemeyecek yüksek değerlerdir..."24
Görüldüğü gibi, Muhasibî'ye göre, sağlam bir niyet ve sabır olmaksızın Kur'ân'ın inceliklerinin anlaşılması nerdeyse mümkün değildir.
4. Sürekli îmal-i fikir etme
Sürekli îmal-i fikir ve beyin sancısı, bilgi sahibi olmanın ve problem çözmenin önemli yollarından biridir. Bunu, "Şahsın etrafında ve kendisinde cereyan eden hâdiseleri akl-ı selim süzgecinden geçirerek onlardan doğru neticeler çıkarma melekesi"25 olarak da tanımlayabiliriz. Bu esnada beynimizin yaptığı en mühim iki işlem, terkip ve tahlildir.
"İnsana akıl ve değişik duygu organlarını bahşeden Allah, bunların karşılığında ondan bir şey istemektedir: Bunları yerinde ve doğru olarak kullanmak. Duyularıyla değişik kanallardan bilgi yüklenen insan, aklıyla bu bilgileri işlemek durumundadır. Kur'ân'a göre bu hayati görevi yerine getirmeyen insan, insan değildir. Hattâ hayvandan bile aşağıdadır. Bu manâda Cenab-ı Hak: "...İşte bunlar hayvanlar gibi, hattâ daha da sapıktırlar." (Araf, 179) buyurmaktadır."26
Sürekli beynini zorlayan ve fikir üreten insan, akıl marifetiyle o ana kadar hafızasına depoladığı bilgileri hazmediyor, onları tefekkürlerle besleyerek bu malumatları mahz-ı marifet haline getiriyor demektir. "Her kelimesi insan zihnine yönelik olan Kur'ân'da özellikle gözlem ve tefekküre işaret eden beş yüzden fazla âyet tesbit edilmiştir."27 Bu açıdan, sağlam bir niyet ve sabır gücüne dayanılarak çıkılan yolda, insanı istikamete götüren değerlere ve kıymetlere ulaşabilmek, inanan her insanın idealidir.. ve olmalıdır da.
...Bu değerlere ulaşma sürekli îmal-i fikir ve beynin yerli yerinde kullanılması ile mümkündür. Evet, gayeye varmak ve zirveyi yakalamak için devamlı araştırmada ve teyakkuzda olunmalı ki, İlâhî kelâm'daki maksat anlaşılsın. Bineanaleyh, akıl gafletten uyansın, basiretle olup biteni müşahede etsin, cezanın büyüklüğünü firasetiyle sezip, işaretlerle neticeyi görsün.
"Durum bu kerteye ulaşınca Allah'tan gelen fermanı okuyan anlar ki: Seni konuşan ra'ye'l-ayn konuşur. Allah'a teveccüh edene Allah da teveccühde bulunur ve duasına anında icabet eder. Böylece kul, Allah'a yönelir. Marifeti ölçüsünde O'nu anar. O da kuluna bilmediklerini bildirmede vakit fevt etmez. Netice itibari ile de Allah, Zâtına temiz sineleri ve temiz idrakleriyle yönelenler için, Kelâmını doğru anlamalarını garanti eder.. "Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahud şahid olarak (zihnini toplayarak dikkatle) kulak veren kimse için bir öğüt vardır." (Kâf, 37) der. Kitabullah'ı idrak, kalbde insana bir istikamet ve sebat kazandırır. Bu sabiteler var olunca şahıs, sanki Rabbisini görür gibi olur ve va'dini ve vaîdini müşahede eder... Artık bir insan için bu durum söz konusu olunca, ona hâdiseler ve gayb âlemi gözle görünür hükmüne geçer. Bedenen dünya da yaşar ama, kalben Cenab-ı Hakk'ın nezd-i uluhiyetinde ve ahiretle irtibat halinde sürekli gözetimdedir."28
Görüldüğü gibi zikredilen bu sıfatlar insanda mütecelli olunca, evvelâ onun insan olduğuna, insanlığıyla beraber gerçek bir kul olduğuna ve Allah'ı bilip Kur'ân'ı gerektiği şekilde anladığına, anlatıp doğru yorumladığına ve yorumlayacağına işaret etmektedir. Muhasibî bu tür bir usûle temas ederken, bunun Kur'ân'ı anlamada bir yol olabileceğini tavzihle beraber, bu özelliklerin varlık içinde, insanı diğer mahlukattan ayıran önemli bir unsur olduğuna da dikkat çekmektedir. Çünkü o, bu yönüyle, peygamberlerden sonra daâvâ-yı nübüvvetin varisi ve temsilcisidir. Bu temsil keyfiyetine göre de huzur-u İlâhîde muameleye tabi tutulacaklardır. Bu anlayış çerçevesinde insan, sürekli düşünecek, eşyanın perde arkasını kurcalayacak, varlığın Allah'ı anlatan bir dil olduğunu bilecek. Ve zikri, tefekkürlerle besleyerek Kur'ân-ı Kerim'in manasını anlamaya çalışacaktır.
5. Kur'ân'ı ders alma düşüncesiyle okuma
Muhasibîye göre Kur'ân'ı mütalâa ederken, daima bir hazineyi yeni keşfediyor gibi ders ve öğüt alma maksadıyla okuma, onu anlamada önemli bir faktördür. Kişi her okuduğu âyetin ve sûrenin kendisine bakan bir yönü olduğunu düşünmeli ve bu bakış açısıyla yeni istinbatlarda bulunma gayreti içerisinde olmalıdır. Aksi takdirde Kur'ân'ı hep başkalarına okuyan ve anlatan onu anlamıyor, sadece harflerini tekrar ediyor demektir.
"..İslâmî muhitte doğmuş, Cenab-ı Hakk'ın Kitabı'nı öğrenmiş, tefsirini işitmiş, Nebi (s.a.s.)'den gelen ve Allah'ın salih kulları velilerden sadır olanları kaydetmiş biri ki, Kur'ân'ı baştan sona okumakta fakat onu anlamamaktadır. Çünkü o, Kur'ân'ı başkalarına ders olsun diye okumakta; kalb ise manâsını anlamaksızın ve murad-ı İlâhîyi araştırmaksızın başka şeylerle meşgul olmaktadır. Kur'ân'ı anlamada kendini gaflete salan, Allah'tan haya etmeye ne kadar da muhtaçtır. Kalbî hastalıklarına ve (ganimet bilemeyip) boşa geçirdiği ömür dakikalarına yanıp yakılmaya ve pişmanlık duyup üzülmeye ne kadar da ihtiyacı vardır."29
Zikredildiği gibi, Kur'ân'ı anlamada bir usûl olarak şahsın onu okurken evvela kendine bakan bir çehresi olduğunu kabulü, lafızlardan manalara inip hakikati araştırma açısından ehemmiyet arzetmektedir. Bu ruh haleti, insanın dünyası ve âhireti adına, pişmanlık duymaması ve ömür dakikalarını dolu dolu geçirmesi istikametinde önemli bir adımdır. Bununla irtibatlı olarak Muhasibî, şu noktayı da tafsil etmeyi faydalı görür.
"...Her şeyden yüce ve münezzeh olan Mevlâ-yı Kerimimiz, bizim Zatına karşı saygıdaki kusurumuzu, hitap ettiği sözü kavrama ve anlamadaki vurdumduymazlığımızı bilip dururken, bizim kulların kitaplarını ve sözlerini anlamak için değer verip hazırlık yapmamız nice olur. Oysa ki onlar, bizim için fayda ve zarara, ölüme ve hayata veya öldükten sonra diriltmeye malik değillerdir...
"O Rabb, bizim şu durumumuzu da görmektedir. Bazen bizden birine, bir dostumuzdan veya kardeşimizden veya yetkili biri ve komşumuzdan bir mektup (kitap) gelir. Fakat adına mektup gelen, gelen mesajı okumaya muktedir değildir. Ama onu gönderene olan sevgi ve muhabbeti tamdır. Bu vesile ile alır, defalarca okutur. Özen gösterilip kelimeleri düşünülerek yazılmış bu mektubun anlaşılmadan okunup geçilmesinden pek hoşlanmaz. Buradaki maksadı, mektubu yazanın muradı nedir? Onunla neyi emretmekte, neyi yasaklamaktadır? Ve neleri tavsiye etmektedir? İşte bunları anlamak, öğrenmek içindir. Eğer manâsını çıkaramadığı yerler olursa, okuyup izah edecek olan başka birinden de yardım taleb eder...
"Kitabullah'ı okumama veya yazılanları anlamama gibi bir duruma düşmeden haya ederiz. Çünkü Allah bunun, fermanını tarafımızdan hafife alma manâsına geldiğini görmektedir. Oysa ki yarın O'nun huzuruna varacağız ve O'nunla karşılaşacağız. İşte o zaman Cenab-ı Hakk, bizi muhatap alıp bize inzal buyurduğu kitabından soracaktır. Onu nasıl anladık? Onunla ne ölçüde amel ettik? O yüce Kitabı ve Zâtını yücelttik mi? O'nun büyüklüğü karşısında titredik mi? Emrettiklerine hakkıyla riayet edip onları hayata geçirebildik mi? İkabına istihkak kesbetme korkusu ve Cemalinden mahrum kalma endişesiyle yasaklarından içtinab ettik mi?"30
Sonuç
Muhasibî'nin insanlığa rahmet olan Kur'ân'ın anlaşılmasıyla alâkalı zihin ve zeka faktörünün ne derece önemli olduğu ve bunların mükemmel kullanılmasıyla ilgili görüşlerini genel hatlarıyla belirtmiş bulunmaktayız. Bu çerçevede her uzvun yaratılış maksadına uygun kullanıldığı takdirde son Kitap olan Kur'ân'ın her devre bakan hayatbahş hakikatlarının istinbat edilebileceğini görüyoruz. Bunun için de, iyi duyguların iyi şeyler için uyandırılması ve geliştirilmesiyle birlikte, kötü duyguların ta'dil edilip ıslah edilmesi, hediye-i Rabbanî olan bu duyguların ve melekelerin yönlendirilmesi ve dengelenmesi lazımdır. Bunlar bu istikamette gerçekleşince "ilim ve dua ile tekemmül etmek için gönderilen insan" kemale erer. Rabbini bilir. O'nu sever ve insan olarak kendisinden ne isteniyorsa onlara cevap verir.
Çünkü bütün bunlar kendisine irade verilen insanın, iradesini müsbet kullandığı sürece elde edeceği hususlardır. Oysa insanî donanımını yerli yerinde kullanmayan, insanlığını kaybettiği gibi tehdit-i İlahî ve tevbih-i İlâhî'ye dûçar olmaktadır.
Muhasibi'ye göre, Samimi bir niyet ve Kitabullah'daki murad-ı İlâhî'yi anlamaya rağbetle, himmetini âli tutup tek noktaya teksif ederek, Allah'a mütevekkil olduğunda, Kur'ân'ı anlama ve kavrama maksadına matuf olarak, O, kapıları sana açar, inayeti ve keremiyle anlayış ve akıl istikametinde senin ümitlerini boşa çıkarmaz; seni mahrum ve nasipsiz bırakmaz."31
Kısacası, Muhasibî'nin buraya kadar ele aldığı konular, Kur'ân'ı yorumlama gayretleri açısından bakılınca, bildiğimiz müstakil Tefsir Usûlü çalışmaları içerisinde alışılagelen konulardan belli ölçülerde farklılık arzeder. Muhasibî, görüldüğü gibi İman-ı billah, Marifetullah ve Muhabbetullah konuları üzerinde hassasiyetle durur. Daha Kur'ân'ı yorumlamaya geçmeden önce, Sahib-i Kur'ân'a karşı tereddütsüz bir iman ve onun hasıl edeceği saygı ve tazime dikkatleri çeker. Çünkü marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi, Cennet'e bile iştiyak geri kalır.
Muhasibî, Peygamberimiz (s.a.s.)'i hakkıyla tanımaya dikkat çeker. Kur'ân'ı doğru anlayabilmek için Allah'ı ve Elçisini her şeyden üstün bilmenin ve âli tutmanın önemini dile getirir. İlim ve amel bütünlüğü üzerinde durur. "Bu ikisi beraber olduğu sürece insan, insan olur ve kemale yürür, olgunlaşır" der. Hep kulluğu nazara verir. "Bunun yanında inzalinde, dağların paramparça olacağı ağırlığı nazara verir. Böyle bir tenbihi Muhasibî, Kur'ân'ı anlamak ve İlâhî maksada uygun doğru tefsir etmek için yapar. Çünkü sağlam bir iman, mükemmel bir marifet ve neticesi muhabbetle insan, Cenab-ı Hak'tan gelen mesaja vazife şuuru içerisinde kulak verir. Onu anlamayı yaratılışının gayesi bilir. Ahsen-i takvime mazhar bütün insanî donanımını Kur'ân'ı anlamak için seferber eder. Kelime ve âyetlerde her devre bakan yönüyle ifade edilen manâları tesbit için, tefekkür, tezekkür ve tedebbürle araştırmaya koyulur. Beynini zorlar. Azmini ve gayretini Kelâm-ı İlâhîyi anlama gibi tek bir noktada yoğunlaştırır.
Dipnotlar
1 Muhasibî, age., s. 266.
2 Muhasibî, age., s. 267-268.
3 Bakara, 44,73,76,164,170,171,216,221,242,266; Âl-i İmran, 65,191; Nisa, 82; Maide, 58, 103; En'âm, 32,50,80,151,152; A'raf, 57,176,179,184; Enfal, 22; Yunus, 3,16,24,31,42,100; Hud, 24,30,51; Yusuf, 2,109; Ra'd, 2,3,4,19; İbrahim, 25; Nahl, 11,12,17,44,67,69,90; Müminûn, 68,80,85; Nur, 1,61; Taha, 44; Kasas, 43,46,51,60; Rum, 8,21,24,28; Secde, 4,5; Sebe, 46; Saffat, 137,155; Sad, 29; Zümer, 9,28,42,43; Mü'min, 67; Zuhruf, 3; Duhan, 58; Casiye, 5,13; Hucurât, 4; Fetih, 24; Hadid, 17; Haşir, 14.
4 Muhasibî, age., s. 169-170.
5 Kutup, Seyyid, Fizilali'l-Kur'ân, Ra'd Sûresi Mukaddimesi, C. 4 s: 2038.
6 Muhasibî, age., s. 271272.
7 Muhasibî, age., s. 273-274.
8 Muhasibî, age., s. 276.
10 İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, DBR md.; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, DBR md.
12 Suyuti, İtkan, C. 1, s. 132.
15 Muhammed b. Cerir et-Taberi, Câmiu'l-Beyân, Kahire 1968, C. 23, s. 210; Ebu'l-Fida b. Kesir, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, Kahraman Yayınları 1985, C. 7, s. 84
16 Şah Veliyyullah Dihlevi, el-Fevzu'l-Kebir fi Usûli't-Tefsir, s. 97-98
17 Muhasibî, age., s. 302-304
18 Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, C. 6, s. 3991
19 Buhari, Nikah, 1; Müslim, Sıyam, 74,79
20 Muhasibî, age., s. 304-306; Ayrıca daha geniş bilgi için bkz. Gazâlî, İhya, Beyrut 1990, c.1, s. 11-53.
21 Buhari, Bed'ü'l-Vahiy, 1
22 Bu konuyla ilgili benzeri rivayetler ve geniş bilgi için bkz., age., c.11, s. 3-88.
23 Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, c. 2, s. 257.
24 Muhasibî, age., s. 310-312.
25 Dinçmen, Kriton, Psikiyatri Kitabı, s. 7.
26 Fersahoğlu, Yaşar, Kur'ân'da Zihin Eğitimi, s. 458.
27 Uludağ, Süleyman, İslâm Düşüncesinin Yapısı, s. 88.
28 Muhasibî, age., s. 312-313.
29 Muhasibî, age., s. 313-314.
30 Muhasibî, age., s. 315-317.
31 Muhasibî, age., s. 324.