Akif 'in dünyasının merkezi Kur'ân'dır. Bunu, kendisi açıkça belirtmiştir. Ona göre yapılacak iş;
Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp ilhamı
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı
şeklinde özetlenebilir. Niçin? Çünkü, Kur'ân-ı Kerîmin prensiplerini uygulayarak, mükemmel ve örnek bir millet olunacağını bu millet tarihinde tecrübe etmiştir.
O, Kur'ân'ı iyi anlayarak, toplumun realitesini onun ışığında inceledi; hastalıklarını teşhis edip tedavi çarelerini aradı. Fen bilimleri öğrenimi yapmış olması, zekâsı, müşahede kabiliyeti, kendisine realist gözlem ve tahlil yapma imkânı sağlarken, Kur'ân onun şaşmaz mihengi, daha doğrusu rehberi oluyordu. Onun içindir ki Akif realist olmakla birlikte eseri fotoğraftan ibaret değildir. Acı vâkıaya niçin ve nasıl düşüldüğünü, kurtuluş çarelerini sebepleriyle birlikte gösteren bir eser ortaya koymuştur.
Merhumu sadece bir nazım ustası, hamasî bir destan şairi bilmek, onu hiç tanımamak demektir. O, Türk milletini yükselten değerleri ve gerileten sebepleri iyice teşhis eden ve geçici olmayan çareleri gösteren bir mütefekkirdir. Akif, milletimizin ruhunun doktoru idi. Bu millet onu, hastalarının başı ucunda, mezarlıkta, meyhanede, mahalle kahvesinde, meydanlarda, cami kürsülerinde, savaş cephelerinde, meclis kürsülerinde, hâsılı bütün ıstıraplarının yanında buldu. Merhumun şahsiyetini inceleyenler onun, şairlikten başka fikir kahramanı, ruh doktoru, sosyolog ve ahlâk âbidesi bir mürşid olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar.
Düşünen şiirin edebiyatımızda en bariz örneğini veren Akif, edebiyatın birbirine aykırı iki tatbikatını, Kur'ân-ı Kerimin bir ayetini tefsir ederek anlatır. Şuarâ sûresine adını veren bu ayetin mealini şöyle verir: "Şâirlerin arkasından ancak sapıklar gider. Görmüyor musun ki onlar her vadide dolaşıyorlar. Hem yapmadıkları şeyi söylüyorlar. Yalnız iman ederek yararlı işler yapanlarla Allah'ı sık sık hatırlayanlar; bir de zulüm gördükten sonra intikam alanlar için söz yoktur. Zulmedenler ise nasıl bir akıbete uğradıklarını anlayacaklardır" (Şuarâ sûresi, 225-227).
Ayetin tefsirini yazarken de şu açıklamaya yer verir: "Gerçekten, her vadiye dalıp çıkan, yalancılıktan başka san'at sermayesi olmayan, mevzuu tükendikçe ötekinin berikinin namusuna hücum eden, herkesin özel hayatını açmak için dilini maymuncuk gibi kullanan, bir mazmun, bir kafiye uğrunda bin hakikati, bin hikmeti kurban ediveren, bir nükte hatırı için, hatıra gelmeyecek rezilliğe kucak açan bu serserilerin etrafında daima bir sürü kopuk dolaşır ki, bunlar o herzevekillerin kustukları hezeyanları nimet kabul eder de gezdikleri yerlere saçıp dururlar! İşte gerek bu mahiyetteki şairler, gerek onların yardakçıları, mensub oldukları millet için birer musibettirler.
Din namına, ahlak namına, Allah korkusu namına kalbinde hiç bir his taşımayan; zulme, haksızlığa karşı ruhunun derinliklerinden bütün ruhu ile coşmayan şairler, hangi toplumda bol ise, Allah o toplumun belasını verecek değil, vermiş demektir!
Öyle ya, bir milletin ruhu edebiyatında, şiirlerinde görülür. İçtimaî ruhu yüksek olan bir milletin sinesinde bu gibi sefiller türese de üreyemez. Saniyen; millet fertlerinin içtimaî seviyesini yükseltmek, bununla beraber, sağlam fikirleri beliğ bir beyanın sihriyle kalblerde his haline getirmek ancak şairlerin vazifesidir. Bu vazifenin ihmali, milletin çöküşüdür.
Ayetteki intisar (Ve'ntasarû) "intikam almak" manasınadır ki burada hem hususî, hem umumîdir. Yani şair hücuma, tecavüze uğrayan kendi masum şahsiyetinin intikamını alacağı gibi, zulüm gören millet evlâdını da dil kılıcı ile müdafaa edecektir"1
Görüldüğü üzere Akif bu ayet-i kerimeye dayanarak, geniş anlamda basını da içine alan edebiyata; toplumun gözü, kulağı ve konuşan lisanı olma, sağlam fikirleri belîğ, etkili bir beyanın büyüsüyle kalplerde heyecan uyandıran his haline getirme, böylece milletin içtimaî seviyesini yükseltme misyonunu tanımakta, aksi halde milletin çökeceğini söylemektedir.
İslâm Dîni, Şiirin Temizini Makbul, Murdarını Merdut Görür.
Mütefekkirimiz, temel tarihî çerçeve olarak, "şimdiki zamanı" alır. Tarih, bütün yıkıcı birikintileri ile gelip şimdiki zamana toplanmıştır. O halde, gordiyom, şimdiki zamandır. Bu kördüğüm bir kılıçla ikiye biçilmedikçe Türk İslâm milleti için bir gelecekten bahsedilemez.2
O, toplumun şimdiki zamanını, çok defa tablolar halinde verir. Doğu ülkelerinin sefaleti, bir mahalle kahvesinin genel seviyeyi ifşa eden çıplak hali, kadınların durumu, genel içtimaî tembellik, bezginlik, yılgınlık ve bunun, yanlış olarak kadere atfı... bütün yaşama ve düşünce dejeneresansı ile toplum masaya yatırılır.
Fakat Akif bu realizmi, idealinin yedeğinde bulundurur ve vasıta olarak kullanır. İdeali, keskin bir ışık halinde bu realitenin üstünde durur. Şehri, insanı, sokağı, kahvesi, bütün sefaletiyle bir toplumun, şark ülkelerinin acı manzaraları ve bunu bir tarafından delip öbür tarafına geçen ve bir projektör aydınlığında gösteren bir gün ışığı, yani İslâm. Âkif 'in şiirini, belli bir dönemde, belli bir topluluğun tarihî, sosyolojik realitesiyle, o toplumun temel değerlerinin bütünü olan İslâm karşısındaki durumu, işte bu iki unsur kurar: İslâm ve realite. İşte bu iki kelime Akif 'in bütün şiirini özetler.3
İmdi Akif 'in:
Hani Kur'ân'daki ruhun şu heyulada izi?
Nasıl İslâm ile birleştiririz kendimizi!
diyerek yakındığı, Kur'ân ruhundan uzaklaşmış, aslî lisanıyla onu anlama imkânından da mahrum olan cemiyetimiz, Kur'ân'ın hidayetinden nasıl faydalanabilir? O, Eşref Edip Bey'in teşebbüsüyle kurulan ve önemli âlim ve yazarların gayreti ile çıkarılan Sebilü'r-reşad dergisi ile bu gayeye hizmete yönelmiştir.
Sebilü'r-reşad dergisinin başyazarı Mehmed Akif idi. Derginin yayın kurulu 1912'de yaptığı bir toplantıda başlıca bölümlerin kimler tarafından yazılacağını ihtisasa göre belirledi. Tefsir kısmı hakkında üyelerden Halim Sabit, M. Akif 'in yapmasını teklif etti. O, "Bu benim işim değil. Bu ağır yükü bana yüklemeyiniz. Onun kavaid ve usulü var ki benim o konularda uzmanlığım yok" diye özür beyan etti. Halim Sabit: "Daha iyi ya! Biz de öyle istiyoruz. Kavaid ve bilgi naklinden ziyade, doğrudan doğruya Kur'ân'dan anladığınızı, duyduğunuzu yazınız. Ayetlerin size ilhamları, bizce en mükemmel tefsirdir." Sonuçta ittifak karşısında kabul etmeye mecbur kaldı. Bu samimi özrü onun tevazuundan ileri geliyordu. Liyakati elbette vardı. Celaleyn tefsirini yanından hiç eksik etmediğini, Kelam-ı kadim gibi okuduğunu, şimdiye kadar on sekiz defa hatmedip şimdi on dokuzuncu hatme devam etmekte olduğunu kendisi ifade etmiştir. "Tefsir-i Şerif " başlığını taşıyan ve her birinde o günün hadiseleriyle ilgili bir veya birkaç ayetin ele alınıp açıklandığı bu yazılar 1912-1919 yılları arasında çıkmış olup hepsi elli altı makaledir.
Sebîlü'r-reşâd 24 Şubat 1327 (1912) tarihli ilk sayısında, derginin her nüshasının baş kısmında Kur'ân-ı Kerim tefsirine yer vereceğini belirterek, tefsiri şu usûlle yapacağını bildiriyor: Sebîlü'r-reşâd İslâmî bir dergi olduğundan, İslâmî ilimlerin esas rüknü olan tefsîr-i şerife, ilmî kısmın birinci babı tahsis edilmiştir. Kütüphanelerimizde Arapça, Türkçe, Farsça hatta daha başka lisanlarda yazılmış güzel tefsirler çokça bulunduğundan bunları olduğu gibi nakletmekte fazla bir faide görmüyoruz. Arzu eden, onları istediği yerde okuyabilir. Bundan ötürü, derginin hususî mesleği bakımından, yayınlanacak olan tefsir eserlerinde, imkân nisbetinde şu hususiyetlerden birine riayet etmek istiyoruz:
1- İlim ve tekniğe, tarihe, içtimaî hayatımıza ve maişetimize temas eden bazı ayetler söz konusu edilerek, dirayet ve rivayet yönünden mütalaa edilecek ve sair lisanlarca bu yolda yazılan tefsir eserlerinin önemli görülen ve belirttiğimiz noktalara uyan yerleri tercüme olunacaktır.
İ'râb ve binadan, dilbilgisi tahlillerinden bahsetmek için mecmuamızın hacmi müsait bulunmadığından, yazılacak makalelerde, mümkün mertebe, ulûm-i arabiyyenin nazariyatından sarf-ı nazar ile amelî (pratik) neticeler üzerinde i'mâl-i fıkr edilecektir.
Hangi ilmî vasıta ile olursa olsun, önce, ayetten anlaşılan yüce meal yazılarak, ibare ve işaretinin, delâlet ve iktizasının belîğ irşadlarına dayanarak, zaman ve zeminin icabatına göre, genel İslâmî durumlar hakkında fikir ve mütalaalar yürütülecektir.
2- Tefsir metotları ve bu sahada yazılan eserler, Tefsir ilminin kısımları, Tefsir tarihi, müfessirlerin hayatları ve Tefsir usûlleri hakkında inceleme yapılacaktır.
3- Zamanımızda, tefsir öğreniminin hayli gerilediği malumdur. Âdeta Kur'ân-ı Kerimi bilmek, anlamak ehemmiyetsiz, faydasız bir iş gibi telâkki olunmaya başlamıştır. Ortada, Kur'ân-ı Kerim artık anlaşılmış, -hâşâ- daha bilinecek bir yeri kalmamış gibi bir batıl zan türemiştir. Bir mantık kitabı ile senelerce uğraşıldığı halde, medrese talebelerinin Celaleyn malumatı kadar olsun, tefsirden nasipsiz oluşu, şüphesiz pek büyük bir kusurdur. Bu sebeplerden ötürü mecmuamız, Tefsir ilminin ihya edilmesine çalışacak, mekteb ve medreselerimizde okutulmasına teşvikten geri durmayacaktır."4
Bu açıklamada önem verilen ve dergide uygulanan noktaları göz önüne alacak olursak, tefsirde arzulanan hususların şunlar olduğunu görürüz: İlim ve tekniğe, tarihe, toplum hayatına temas eden ayetler üzerinde özellikle durulacak, daha ziyade pratik neticeler hedef alınacak, ayetlerin belîğ ve etkili irşadlarına dayanarak zaman ve zeminin gereğine göre, genel İslâmî meseleler hakkında değerlendirmeler yapılacak, iyileştirme çareleri aranacaktır. Bu ana hedef doğrultusunda, Kur'ân kültürünü topluma mal etmek ve tefsir ilmini ihya etmek için, mektep ve medreselerde tefsir ilminin okutulması teşvik edilecektir.
Şimdi alıştığımız bu tefsir tarzı, o zaman için ciddî bir yenilik oluyordu. "İçtimaî tefsir" diye adlandırılan bu tefsir metodu, böylece memleketimize de giriyordu. Bu tefsir tarzı, üç beş sene önce Mısır'da ortaya çıkan Tefsîru'l-Menâr'da tatbik edilmişti. Mehmed Akif 'in, bu tefsir çığırını açan Muhammed Abduh'dan istifade ettiği aşikârdır. Kendisi de İslâm'ı ve Müslümanları değerlendirme ve İslâm ümmetini, Kur'ân'dan hareket ederek ıslah etme hususunda, M. Abduh ile büyük ölçüde hemfikirdi. Fakat genel temayüldeki bu ittifak, tafsilata girilmesi halinde farklılaşabilir. Nitekim M. Abduh'un açtığı bu tefsir çığırı, neş'et ettiği yer olan Mısır'da bile değişik süreçler takib etmiş, aynı Üstaddan yola çıkan farklı müellifler, geniş bir fikir yelpazesi teşkil etmişlerdir. Mesela, Bir tarafta tavizsiz Sünni anlayış temsilcilerinden Hasan el-Benna, bir tarafta Kur'ân hakkındaki bazı telakkileri büyük tepkiler alan Emin el-Huli ve Muhammed Halefullah ve öteki uçta Batılılaşma akımının aşırı temsilcilerinden Taha Hüseyin, başka birçokları arasında zikr edilebilir. Akif de onun müsbet fikirlerinden yararlanmış, hatalarını savunmamıştır.
Akif felaketler devrinin çocuğu idi. Üç kıt'aya yayılmış, Akdeniz'i bir Türk gölü haline getirmiş ve dünyada; kuvvetiyle, ilmiyle, adaleti ve insanlığı ile denge unsuru olmuş büyük bir devletin hayatının sonbaharında dünyaya gelmişti. Bu medeniyetin unsurları olan marifet, fazilet, emr-i maruf nehy-i münker (iyiliği yayma, kötülükten sakındırma), mes'ûliyet, haya, diğergâmlık, fedakârlık, iffet, azim... gibi meziyetler ve onların peşinden yurt köşeleri, birer birer, kış habercisi rüzgârlara tutulmuş kuru hazan yaprakları misali uçuşuyor, kayboluyordu. Zengin bir asilin beş parasız kalıp görgüsüz dünkü hizmetçilerine muhtaç olması veya âlimin, cahillerin oyuncağı olmasındaki trajedi yaşanıyordu. Hatta bundan da fazla bir musibet vardı: Düşmanlarımız, bizi bu zillet içinde yaşatmayı bile çok görüyorlar, hayat hakkı da tanımak istemiyorlardı. Kendisini bu millete mensup bilen herkes, bu acıyı kalbinde hissediyordu. Etkilenmeyenler, M. Akif 'in, "Hay sıkılmaz! Ağlamazsan, bari gülmekten utan!" dediği, sadece pek cüz'î bir istisna teşkil eden bazı soysuzlar idi.
Milletin bu hale gelmesi, Kur'ân'ın hayat veren ruhundan ve buyruklarından uzaklaşmasından ileri gelmişti. Kur'ân'ın toplumu ıslah eden prensiplerini tatbik etmeyen Müslüman, onu mezarlık kitabı, tefeül, muska veya mûsikî vasıtası haline getirmiştir. Kendisinin batması neyse, Kur'ân'ı da elinden bırakmadığı için batarken onu da beraber batırıyordu. Hâlbuki Kur'ân, mezarlıkta en çok okunan Yâsîn sûresinde, misyonunun "diri olan, yaşayan her bir insanı uyarmak, irşad etmek" olduğunu bildiriyordu. Ama cemaat bunu anlamıyor, hissetmiyordu. Daha doğrusu unutmuştu. Çünkü milletimizin bunu bildiği devirler olmuştu. Ashab-ı kiramı harekete geçirerek onlara, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük fütuhatını yaptıran, çeyrek asır kadar bir zamanda doğuda Hindistan'a, batıda İspanya'ya, kuzeyde Azerbaycan'a kadar götüren, Kur'ân değil miydi? Eski düşmanlarını, uğrunda canlarını seve seve verdirecek kadar kendisine bağlayan, Kur'ân ahlâk, adalet ve fazileti değil miydi? Muarızlarına bile kendisini kabul ettiren İslâm medeniyetinin Güneşi Kur'ân olmamış mıydı? (Mesela E. Renan şöyle der: "Bir medeniyetin değeri, yaratıcılığında, ilim ve sanat hayatına kattığı zenginliklerde, gerçekleştirdiği refah ve içtimaî adalette ise, İslâmlığı, bilhassa ilk beş asrında ve yer yer 18. asra kadar, dünya tarihinin en parlak devirleri arasında görmek icabeder")5
Evet, elbette bunları gerçekleştiren, Kur'ân'dı. Cemiyet, gidişatıyla bunu unutmuş olsa bile, Akif 'in de içinde bulunduğu az sayıdaki Müslüman biliyordu. O, Mushaf-ı şerifi hatim indirmek için değil, mânasını anlamak, imanlı, amel-i salihli, hak ve hakikati bilen ve onu uygulamak için sebat gösteren "Müslüman" olmak için okuyordu, inceliyordu.
Kur'ân-ı Kerim'e olan sevgisi ileri derecede olduğundan ve özellikle onunla irtibatı pek kuvvetli olduğundan, nadiren rastlanacak bir durum olarak, onun Kur'ân'ı hıfz etme işine Üniversite öğrencisi olduğu sırada başladığını görüyoruz. Yetiştiği devrin en yüksek seviyede fen bilimlerinin öğretildiği kurumlardan biri olup şimdiki Veteriner Fakültesine tekabül eden "Yüksek Baytarlık Mektebi"nde okurken, Fransızca ders kitapları, laboratuar uygulamaları arasında, yirmi yaşlarında, her gün birkaç sayfa ezberleyerek hıfza teşebbüs ettiğini görüyoruz. Vefatından birkaç ay önce hasta yatağında bu konuyu bir dostu kendisine şöylece sormuştu: "Sizin kuvvetli bir "hafız" olduğunuz pek bilinmez. Kur'ân-ı Kerim'i Baytar Mektebi'ni bitirdikten sonra ezberlediğiniz söyleniyor. Hafızlık umumiyetle küçük yaşlarda elde edilebilir. O yaşta sizin için zor olmamış mıydı?" Mehmed Akif şöyle cevap vermişti: "Yüksek tahsili bitirdikten sonra hafız oldum. Fakat ondan evvel Kur'ân'ı okuya okuya gayet pişkin bir hale getirdiğim için zaten hıfz ile aramızda bir mesafe yoktu. Az bir müddet içinde Kur'ân'ı ezberleyiverdim"6 . O, öğrenciliği sırasında ezberlemekle yetinmiyor, Kur'ân'ın, müslümanın fikir ve duygu hayatında alması gereken yüksek mevkiyi "Kur'ân'a Hitap" tarzındaki şiirleri ile dile getiriyordu. Üniversiteyi birincilikle bitirdikten sonra Adana'da resmi göreve tayin edilmiş, orada hafızlığını tamamlamış, daha sonra İstanbul Kirazlı Mescid'de mukabele okuyarak da hıfzını cemaatle paylaşmıştır
Peygamberinin (a.s) bildirmesiyle M. Akif şunu öğrenmişti: Kur'ân, Allah'ın, insan üzerindeki bir hüccetidir, direktifidir ki ona uyanı kurtarır, mutlu eder, aykırı yol tutanı ise özürsüz hale getirir. M. Akif, yine O'nun hadis-i şerifine tabi olarak Kur'ân'ı, "Rabbinin mahlûkuna gönderdiği bir mektup" bildi. Onu tebliğ eden Hz. Peygamberden, Cibrîl'den, hatta bu kelamın ezeli sahibi olan Allah Teala'dan işitiyor gibi dinledi. Hz. Peygamberden sonra, sanki yeryüzünde yalnız kendisine gönderilmiş gibi okudu. Böylece Kur'ân'ın bin üç yüz seneden fazla bir zaman boyunca dünyayı niçin ihtizaza getirdiğinin sebebini daha iyi anladı. Kur'ân âlimlerinin izah ettikleri i'caz nevilerinden "Kur'ân'ın her asırda taze kalması" meselesinin sırrına erdi. Anladı ki -Peygamber Efendimizin mübarek beyanları ile- "Kelamullah ile kelam-ı beşer arasındaki fark, Halık ile mahlûk arasındaki fark gibidir". Allah Teala'nın her şeyi ihata eden ilminden geldiğinden ötürü Kur'ân, bütün devirlerin mürşididir. Ezelden geldiği için ebede gidecektir. Allah nasıl ölmeyen Diri (Hayy) ise, hayat veren Muhyî ise kelamı da, O'nun ebedî hayatının tecellilerine mazhar olarak, ruhlara hayat üfleyecektir.
Kur'ân-ı Kerimi bu halet içinde okuma, Akif 'in dünyasını altüst etti. Sonra da her köşesini yerli yerine yerleştirdi. Kükremek gereken yerde onu bir volkan haline getirdi. Zaten sayısız felaketlerle ciğeri yanan Üstad küfre, zulme, haksızlığa, duygusuzluğa, hayasızlığa, gayri meşru kazanmaya, şahsiyetsizliğe karşı yanardağ gibi püskürdü, âteşin lâvlarıyla ruhlardaki kirleri yakıp kül etti. Kadirşinaslık gerektiğinde, haklı övgü ve takdirleriyle, din ve millet için fedakârlıkta bulunanları, mümkün olan en mükemmel şekilde yüceltti: Kâbe-yi muazzamayı onun başına mezar taşı, yedi kandilli Süreyyayı ona kandil, gök kubbeyi ona örtü ve Çanakkale şehitlerini Bedr'in arslanlarına refik yapıp aziz Peygamberin âğuşuna teslim etti. Her tarafından şehid fışkıracak yurdu bir cennet, bu milletin imanını üstün teknolojiye karşı koyan bir serhad yaptı. İtmi'nan ve sükûn makamında Gece, Secde tarzında şiirler terennüm etti. Rabbine hitab ederek:
Bütün kandillerin tehlîle dalmışlar... Şaşırdım ben:
Nasıl ma'bed ki sun'un, sermedi bir secde gök kubben!
Nasıl dursun, benim bîçare gölgem, Sen'den ayrılmış!
Güneşlerden değil ya Rab, Sen'in sinenden ayrılmış!
Henüz yâdımdadır bezminde medhûş olduğum demler;
dedi, mâsivâdan çıkıp ilahi vuslata erdi.
Tevazu gereken yerde tevazu kahramanı oldu. Örnek hayatını "Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!" yaptı. Eserleri hakkında:
"Şi'r için gözyaşı derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!7
Kur'ân, Akif 'i uyandırdı. O da: "Ey örtülerine bürünen! Ayağa kalk ve etrafını Kur'ân'la uyar!"8 hitabından hissesini aldı. Yol kavşağında durup, kollarını makas gibi açarak gür sadasıyla kalabalıkları durdurmaya çalıştı. "Bu millet için Kur'ân yolundan başka yol yoktur!" diye haykırıp gerekçelerini güzelce ifade etti:
Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp ilhamı
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı
Bununla beraber Mehmed Akif 'in değerlendirmesine göre toplumumuz bir müddetten beri Kur'ân'ı gereği gibi ele almıyordu. Kur'ân'a büyük saygı duyan Türk milleti ile onun arasına adeta sisler ve bulutlar girmişti. Halkımızın ekserisi Kur'ân dili olan Arapça'yı bilmiyordu. Kur'ân'ı açıklamak için yazılan tefsir kitapları genel olarak Arap dilinde idi ve geniş kitlenin istifadesinden ziyade, yüksek bir ilmi seviyeye ve seçkin bir ilim ehline hitab ediyordu. Bu tefsirlerin çoğu eski dönemde yazılmış olmak itibarıyla toplumun şimdiki ihtiyaçlarına cevap vermede sınırlı kalıyordu. Toplumun Kur'ân kaynağından beslenmesini sağlayacak kanallarda tıkanıklık baş göstermişti. Dolayısıyla eğitimsizlik, gaflet, "nasıl olsa biz Kur'ân'ı okuyor ve biliyoruz" şeklindeki kanıksama, bu rehberden layıkıyla faydalanmaya mani oluyordu. Onun için, gür bir sesle milletimize hitap ederek Kur'ân anlayışımızı gözden geçirmeye davet etmiştir:
İnmemiştir hele Kur'ân, şunu hakkıyla bilin:
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!
Kur'ân tercümesi hazırlama talebini kabul etmesi de, toplumumuzun Kur'ân-ı Kerim'in hidayetiyle içli dışlı olma ihtiyacına cevap vermek için olmuştur. Milletimizin Türkçe olarak hazırlanacak yeni bir Kur'ân tefsirine ihtiyacı 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülmüş bunun giderilmesi kararlaştırılmış ve Diyanet İşleri Başkanlığı'na bu görev verilmişti. Başkan Rifat (Börekçi) ile yardımcısı Ahmed Hamdi Akseki'nin ricalarıyla Tefsir, Elmalılı Muhammed Hamdi (Yazır)'ın uhdesine verilmişti. Mehmed Akif de ısrar ve ricalardan sonra, bu tefsir içinde yer alması ve "Meal" tarzında olması şartıyla tercümeyi kabul etmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı ile sözleşme imzaladıktan az sonra Mısır'a gitmişti. Bu meal ile ilgili çok şey söylenip yazılmıştır. Fakat sonuç itibarıyla anlaşıldığına göre Mehmed Akif beş yıl süren çalışma ile Meal-i Şerif 'i dikkatle hazırlamış, tamamlamıştır. 17 Aralık 1929'da yazdığı mektupta: "Tercüme bitti ama tebyizi (temize çekilmesi) bitmedi. Bakalım o mu benden evvel bitecek, yoksa ben mi ondan evvel biteceğim?" ifadesinde bu durum açıkça görülmektedir. Fakat Eşref Edip (Fergan)'a yazdığı 5 Ocak 1931 tarihli mektupta tercümeyi bitirdiğini fakat göndermekten vazgeçtiğini, Diyanet İşleri Başkanlığı ile yaptığı sözleşmeyi de fesh etmek istediğini, bu konuda onun yardımcı olmasını şu ifadesiyle istemiştir: "Kur'ân tercümesinin Hamdi Efendi Hoca'ya devri için, nasıl bir kâğıda yazmak lazımsa, yazın da suretini bana gönderin imza edeyim. Nereden tasdik ettirilecek ise, ettireyim diye evvelce yazmıştım. Sen hiç aldırmadın. Sen şimdi yine ondan bahs ediyorsun. Bu işi ihmal etme. Sonra çok müşkil vaziyette kalırız".9 Bunun üzerine meal, Hamdi Efendi tarafından yazılmıştır. Mehmed Akif, Mealini göndermemesinin sebebini belirtmiyor. Fakat bunun kuvvetle muhtemel görülen sebebinin, o sıralarda camilerde Kur'ân tercümesiyle namaz kıldırma teşebbüsleri olup hazırladığı mükemmel mealin bu yanlış uygulamaya alet edilebileceği olduğu kanaati yaygındır.
Eşref Edip 1932'de Mısır'a M. Akif 'i ziyarete gittiğinde bu Mealin tamamını okumuş olarak şunları yazmıştır: "O ne sadelik, ne ahenk! Ayetler arasındaki irtibatı muhafaza hususunda öyle büyük kudret göstermiş ki, bütün bir sureyi okursunuz da hiçbir ayetin başında veya sonunda ufak bir irtibatsızlık göremezsiniz. Müfessirler ayetler arasında irtibat ve münasebeti anlatmak için sahifeler dolusu izahatta bulunurlar. Üstad ise bu irtibatı, fiilen o suretle yapmış ki, bir ayetin bitip diğer ayetin başladığının farkında bile olmazsınız. Bir şiir gibi senelerce üzerinde işlenmiş, hiçbir tarafında, hiçbir noktasında bir pürüz kalmamış. Su gibi akıyor. (...) O vakit tamamıyla kanaatim kesinleşti ki "Yeryüzünde Akif 'ten başka o selaset ve kuvvette Kur'ân'ı Türkçeye tercüme edebilecek hiç kimse yoktur" diyen Süleyman Nazif tamamıyla haklıdır"10
DİPNOTLAR
1. Sebilü'r-reşad Mecmuası, 14 Haziran 1328 (1912), sayı:17 (199), s.313-314.
2. Sezai Karakoç, Mehmed Akif, İstanbul, 1968, s. 40.
3. Sezai Karakoç, Aynı eser.
4. Sebilü'r-reşad Mecmuası, 24 Şubat 1327 (1912), sayı:1(183),s.5.
5. Ernest Renan, İslamlık ve İlim konferansı, trc. Ziya İsvan, Mektuplar ve Konferanslar içinde, Ankara, 1946, s. 183-205.
6. M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Hakkında Aratırmalar-2, İstanbul, 2000, s. 80.
7. Safahat, s. 3.
8. Müddessir suresi, 74/1-2.
9. M. Ertuğrul Düzdağ, Aynı eser, s. 64-65.
10. M. Ertuğrul Düzdağ, Aynı eser, s. 90.
, Sayı: 73
bu tür konuları yazmalıyız ki bu bir tebliğattır emeği geçenlerden Allah razı olsun