Kur'ân'la Konuşan İnsanlar

Dünya var olduğu günden bu yana, hiçbir millet ve insan topluluğu, Müslümanların Kur’ân-ı Kerîm’e; okuma, anlama, ezberleme, hayata taşıma gibi hususlarda gösterdikleri ihtimamı, başka bir kitaba göstermemişlerdir. Kur’ân’a gösterilen bu yerinde ihtimam, onun indirilmeğe başladığı ve şartların son derece ağır olduğu Mekke döneminden, günümüze kadar farklı şekillerde tezahür etmiştir. Sahabiler, Mekke müşriklerinin ağır baskılarına ve işkencelerine rağmen, Kur’ân’ı hayatlarının gayesi hâline getirmiş, onun uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır. Şartlar olabildiğince ağırdır. Allah Resûlü’nün yanına gitmek, nazil olan âyetleri öğrenmek ve onları hayata taşımak âdeta ölümle eş değerdir. Ancak buna rağmen onlar bundan yılmamış, aksine ona karşı daha da iştiyakları artmıştır. Medine döneminde ise, Mekke’deki bu zor şartlar nispeten ortadan kalkmış, gerek Muhacirler gerekse Ensar ve yeni Müslüman olanlar, ilk ve en önemli işleri olarak Kur’ân’ı öğrenmiş ve ezberlemişlerdir. Onlardaki Kur’ân’a karşı olan bu ilginin birden fazla sebebi vardır.

Kur’ân’a Önem Verilme Sebeplerinden Bazıları

Öncelikle Kur’ân, bir söz mu’cizesi olarak, edebiyat, şiir ve hitabetin zirvesinde bulunan o dönemin Arap Yarımadası’ndaki muhataplarının dikkatini çekiyor, onları cezbediyor ve âdeta büyülüyordu. Duydukları her bir Kur’ân âyeti, onlarda yeni sarsıntılar meydana getiriyor ve onlara yeni âlemlerin kapısını açıyordu. Dolayısıyla ashap, büyük bir ilgi ve iştiyakla onunla meşgul oluyordu.

İkinci olarak Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayatın her safhasında Kur’ân’a önem verdiğini gösteriyor, onun önemine vurgu yapıyor, yazılması ve ezberlenmesine teşviklerde bulunuyor ve Kur’ân ezberleyenlere ayrı bir yer veriyordu. Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu iltifatları da ashapta ayrı bir teşvik unsuru oluyordu.

Üçüncü önemli bir faktör de Kur’ân’ın bizzat kendisinin, okunmasına ve ezberlenmesine yaptığı teşviklerdir. Bu teşvikleri duyan ashap, belirtilen semerelere ulaşmak için ona sahip çıkıyordu. Hatta işleri yoğun olup, bağ-bahçede çalıştığından dolayı her gün Hz. Peygamber’in yanına gelemeyen sahabîler de, inen vahiyleri Hz. Peygamber’den dinleme ve onu belleyip ezberleme işini nöbetleşe yapıyor, böylece gelen yeni vahiyler, hiç kimsenin dikkatinden kaçmıyordu.

Kur’ân, gerek Mekke’nin zor şartlarında, gerekse Medine’de kendisini özellikle bu işe veren ashab-ı suffe tarafından, büyük bir ihtimamla ezberleniyor, müzakere ediliyor ve çevre beldelere de ulaştırılıyordu. Kısa bir süre içerisinde Kur’ân’a verilen bu önem, onun kitaplaşmasında ve pek çok nüsha hâline getirilerek her yere ulaştırılmasında da gözden kaçmamaktadır. Fethedilen yerlerin genişliğine ve oralardaki insanların Kur'ân’ın okunmasına verdikleri öneme baktığımızda, “Ashap döneminde değişik İslam memleketlerindeki Mushafların sayısı, yüz binden az değildir. Kaldı ki Hz. Ömer el-Fâruk (r.a.), beytü’l-maldan, sadece Kur'ân'ı ezberleyip, derinliğine üzerinde düşünmeyi ihmal ederler düşüncesiyle, Kur'ân'ı hem ezberleyip hem de anlaşılmasıyla meşgul olanlara tahsisat ayırıyordu. İbn Mesûd ve İbn Abbas (r.a.) gibi sahabiler, Kur'ân'ın hem ezberini hem de onunla ilgili derin bilgiyi beraberce öğrenenlerdendi.

Gerek Kur'ân, gerekse Kur'ân’la ilgili diğer ilimleri Kûfe’de İbn Mesûd’dan okuyarak mezun olan pek çok âlim vardı. Söz gelimi Ebû Mûsa el-Eş’arî, Basra’nın camisinde, talebelerini gruplara ayırır, her gruba öğretmesi için bir öğretmen tayin eder, sonra da kendisi bunların hepsine güneşin doğuşundan öğlen vakti girinceye kadar, Kur'ân'ın hem talim hem de ezberletilmesi dersini verirdi. Şam’da vefat edinceye kadar aynı faaliyeti her gün Ebu’d-Derdâ (r.a.) da yapardı.”1

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sonrası Kur’ân’a Gösterilen İhtimam

Büyük bir iştiyakla devam eden bu yoğun Kur’ân öğrenme ve onu anlama faaliyeti, ilerleyen zamanlarda daha da artarak ve müesseseleşerek devam etti. Birinci derecede Kur’ân’ı ezberleyen ve anlayan Kur’ân muallimleri, bunu sistemli bir şekilde başka coğrafyalara da taşımaya başladılar. Böylece Müslümanların bulunduğu her ev ve bölge âdeta bir mektep hâline geldi. Bu mektepte öğrenilen ve ezberlenen kitap ise Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyan’dı.

Tâbiin ve tebe-i tâbiin asrı, giderek artan büyük bir ivmeyle adeta Kur’ân asrı hâline geldi. Tarladaki çiftçiden, şehirdeki en üst seviyedeki insana, 5-6 yaşındaki çocuktan ev işlerini yürüten hanıma kadar herkes, Kur’ân’la içli dışlı yaşamaya başladı. Cadde, ev, sokak adeta Kur’ân’la aydınlanıyordu. Hayatla buluşmaya başlayan çocuklara ilk öğretilen ve ezberletilen şey de yine Kur’ân’dı.

Kur’ân’a duyulan bu yerinde ve gerekli ilgi, sadece şehir merkezleriyle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda köylere, ülkelerin en ücra köşelerine kadar ulaşmıştı. Öyle ki, merkeze en uzak yerlerden birinde, onun bir kelimesini veya bir harfini yanlış okuyan biri çıksa, yapılan bu yanlışı anında düzeltecek ve onu doğru okunuş şekline yönlendirecek pek çok kimse vardı.

Kur’ân, sadece lâfzıyla okunan ve ezberlenen bir kitap değildi. Okunmasının yanında aynı zamanda yaşanan, hayata canlılık katan dinamik bir yapıya da sahipti. Çünkü Kur’ân, insanların gündelik konuşmalarında, muamelelerinde, anlaşmazlıklarında, ticaretlerinde temel ölçü olarak kabul edilirdi. Deyim yerindeyse Müslümanların ana gündemini, onlara hayat kaynağı olacak olan Kur’ân teşkil ediyordu.

Yukarıda belirttiğimiz husus için Hz. Ömer (r.a.) döneminden bir, tebe-i tabiin devrinden de iki örnek vererek, Yüce Kitabımız’ın o dönemdeki insanlar tarafından nasıl da özümsenip yaşandığını göstermiş olacağız.

Mehirle İlgili Âyetin Anlaşılmasına İtiraz Eden Kadın

Birinci örnek Hz. Ömer’in hilafeti döneminde meydana gelmiştir. Hz. Ömer (r.a.) tarihin de kabul ettiği üzere, adalette zirve bir halifeydi. Her şeyin yerli yerinde olmasını, adaletten şaşılmamasını, hayatına vazgeçilmesi mümkün olmayan bir prensip yapmıştı. Dolayısıyla toplumda, bu anlamda meydana gelen adaletsizliklere hemen müdahale ediyor ve doğrusunu gösteriyordu. Nasılsa o sıralarda, evlenecek kızlara erkek tarafından verilmesi gerekli olan ve İslâm’ın da kesin bir miktar koymayıp, kişilerin durumuna ve örfe bıraktığı mehirde miktar yüksek tutulmaya başlanmış, bundan dolayı da evlilikler zora girmişti. Hem bir halife ve hem de Kur’ân’ın ruhunu çok iyi bilen biri olması sebebiyle Hz. Ömer (r.a.), bu durumu gündeme getirdi ve bir gün içlerinde kadınların da bulunduğu bir topluluğa hitap ederken bu mesele üzerinde durdu. Müslümanlara evlilik akdi esnasında tespit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini ve evliliklerin zorlaştırılmamasını hatırlattı. Tam da bu esnada Hz. Ömer’i (r.a) dinleyenlerden ve adını bile bilmediğimiz bir kadın, en arka taraflardan şöyle seslendi:

“Ya Ömer! Senin, bana ulaşmayan Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğun öğrendiğin bir şey mi var? Çünkü Kur’ân’da

وَإِنْ أَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍ وَآتَيْتُمْ إِحْدَاهُنَّ قِنْطَارًا فَلاَ تَأْخُذُوا مِنْهُ شَيْئًا أَتَأْخُذُونَهُ بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُبِينًا

“Bir eşinizden ayrılıp da yerine başka bir eşle evlenmek isterseniz, ayrıldığınız hanıma yüklerle mehir vermiş olsanız da, içinden ufak bir şey bile almayın…” (Nisa 4/20) buyruluyor. Ya Emire’l-müminîn! Allah’ın verdiği imkânı geri almak doğru olur mu?” deyince Hz. Ömer (r.a.) derhal inceliğin farkına varıp, cemaatin huzurunda o hanımın haklı olduğunu kabul etti.2 Âyet, evliliklerde mehir olarak -insanların durumlarına göre- kilolarca altın vermenin de olabileceğine işaret ediyordu. Ancak Hz. Ömer meseleye toplumun karşı karşıya kaldığı bir problem açısından bakıyor, kadın ise haklı olarak âyette işaret edilen nokta açısından bakıyordu.

Görüldüğü üzere, konuşulan bir mesele hakkında, ashabın içinden herhangi bir kimse, hemen Kur’ân’dan ilgili başka âyetlerle irtibat kurabiliyor ve meseleyi enine boyuna tartışabiliyordu. Burada dikkatlerden kaçmayan diğer bir durum da, itirazı yapan hanımın, Efendimiz’in eşlerinden veya ashabın ilimle meşhur simalarından biri olmayıp, herhangi bir sahabi olmasıdır. Ashabın içinden herhangi biri Kur’ân’a bu kadar detaylı bir şekilde vakıfsa, hayatını Kur’ân’a adamış, Allah Resûlü’nün yanından ayrılmayan kişileri varın siz düşünün!

Âyetlerden Getirdiği Delillerle Kurtulan Sahabi

Konuyla ilgili olarak vereceğimiz ikinci örnek de yine Hz. Ömer (r.a.) devrinden. Hz. Ömer (r.a.), bir gece Medine'de dolaşıyordu. Birden evlerden birinden bir adamın şarkı söylediğini işitti. Hemen evin duvarından çıkarak eve girdi:

-Ey Allah'ın düşmanı yaptığın kusuru Allah'ın örteceğini mi zannettin, diye seslendi. Adam:

-Ey mü’minlerin emiri, dur, acele etme. Eğer ben, Allah'a karşı bir bakımdan hata işlediysem, sen üç bakımdan hata işledin.

1- Allah Tealâ, Kur’ân-ı Kerîm’de: وَلَا تَجَسَّسُوا “Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın.” (Hucurât 49/12) bu­yurduğu hâlde, sen kusur araştırdın.

2- وَأْتُواْ الْبُيُوتَ مِنْ أَبْوَابِهَا“Evlere kapılardan girin.” (Bakara 2/189) buyurdu­ğu hâlde, sen evin duvarına çıkarak içeri girdin.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتاً غَيْرَ بُيُوتِكُمْ حَتَّى3-

تَسْتَأْنِسُوا وَتُسَلِّمُوا عَلَى أَهْلِهَا ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

“Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere, sahiplerinden izin isteyip onlara selâm vermeden girmeyiniz. Böyle yapmanız sizin için daha münasiptir. Olur ki düşünür, hikmetini anlarsınız.” (Nûr 24/27) buyurduğu hâlde, sen evime izinsiz girdin ve üstelik selâm da vermedin, diye kar­şılık verince Hz. Ömer (r.a.):

“-Eğer ben seni affedersem, sen de be­ni affeder misin?” dedi. Adam:

“- Evet” deyince, Hz. Ömer (r.a.):

“-Affettim” diyerek evden çıkıp gitti.3

Bu örnekte de görüldüğü üzere, bir konu hakkında toplumdaki herhangi bir kimse, yeri geldiğinde Kur’ân’dan ilgili âyetleri hemen hatırlıyor ve kullanabiliyordu. Yine bu şahsın ashabın önde gelenlerinden biri olmayıp, hattâ henüz nebizden bile tam olarak vazgeçememiş bir sahabi olması da ayrıca dikkate değer bir husus olsa gerek. Ama buna rağmen Kur’ân’a vâkıf ve yeri geldiğinde rahatlıkla ondan deliller getirebilmektedir.

Kırk Yıl Sadece Kur’ân’la Konuşan Kadın

Şimdi vereceğimiz misal ise, tebe-i tâbiin asrından. Bu asırda yaşayan Müslümanlar da, Kur’ân’la öyle bütünleşmişlerdi ki, âdeta etle-kemik gibi olmuş, muhtevası kılcallarına kadar nüfûz etmiş ve pek çok kimse için âdeta Kur’ân, en çok bilinen ve üzerinde konuşulup düşünülen bir kitap hâline gelmişti. İşte aşağıda anlatacağımız hanım, bunun canlı örneklerinden birisidir:

Yaşanan bu hâdiseyi anlatan, tebe-i tâbiînin büyüklerinden, hadîste devasa bir âlim olarak kabul edilen Abdullah b. Mübarek’tir (h.182). Şöyle anlatıyor yaşadıklarını:

“Hacca gidiyordum. Irak-Suriye topraklarından geçerken tek başına yolculuk yapan bir kadınla karşılaştım. Ona selâm verdim. Ancak selamımı: سَلاَمٌ قَوْلاً مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ “Rabb-i Rahim’den sözle olan bir selâm yine onlara...” (Yâ Sîn 36/58) âyetini okuyarak aldı. “Buralarda ne yapıyorsun?” diye sordum. مَنْ يُضْلِلِ اللهُ فَلاَ هَادِيَ لَه “Allah kimi şaşırtırsa onu doğru yola getirecek yoktur.” (A’raf 7/186) âyetini okuyarak cevapladı.

Yolunu kaybettiğini anladım ve nereye gitmek istediğini sordum. Soruma:

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الْأَقْصَى

“Bir gece, kulu Muhammedi, Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O!” (İsra 17/1) âyetiyle karşılık verdi. Anladım ki, geçtiğimiz hac mevsiminde haccını tamamlamış, Kudüs'e gidiyor. “Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin?” dedim. ثَلاَثَ لَيَالٍ سَوِيًّا “Tam üç gündür” (Meryem 19/10) şeklinde cevap verdi. İhtiyacı olacağı düşüncesiyle yiyecek-içecek bir şeyler verme teklifinde bulundum. Bu defa ثُمَّ أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى اللَّيْلِ “Sonra gece girinceye kadar orucu tamamlayın.” (Bakara 2/187) âyetini okudu.

Kendisine, içinde bulunduğumuz zaman diliminin Ramazan ayı olmadığını hatırlattım. Buna karşılık o:

وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَإِنَّ اللهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ

“Her kim de, farz olmadığı halde gönlünden koparak bir hayır işlerse, mükâfatını görür. Zira Allah şükrün karşılığını verir. O, az amele çok mükâfat verir ve her şeyi bilir.” (Bakara 2/158) âyetiyle cevap verdi.

Yolculukta orucun açılabileceğini hatırlatınca:

وَأَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

“Bununla beraber, eğer işin gerçeğini bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara 2/184) âyetini okudu.

Neden benim gibi konuşmuyorsun dedim.

مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ إِلاَّ لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ

“Ağzından çıkan bir tek söz olmaz ki yanında, bu iş için hazırlanmış gözcü olmasın, onun söylediğini ve yaptığını kaydetmiş olmasın.” (Kâf 50/18) âyetini okudu.

Hangi kabileden olduğunu sordum.

وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولاً

“Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalb gibi azaların hepsi de sorguya çekilecektir.” (İsrâ 17/36) âyetiyle cevap verdi. Hata ettiğimi, dolayısıyla kusura bakmayıp hakkını helâl etmesini istedim.

لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

“Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! Ben hakkımı helâl ettim Allah da sizi affetsin. Çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi O’dur.” (Yusuf 12/92) âyetiyle cevap verdi.

Kendisine, deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum. وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللهَ بِهِ عَلِيمٌ “Hayır olarak daha ne yaparsanız Allah muhakkak onu bilir.” (Bakara 2/215) âyetiyle mukabelede bulundu. Devemi yanına getirdim. Tam binecekken: قُلْ لِلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ “Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını söyle.” (Nûr 24/30) âyetini okudu. Gözlerimi başka tarafa çevirdim. Tam binecekken deve ürküp kaçtı, bu arada elbisesi birazcık yırtıldı. وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ “Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir.” (Şûrâ 42/30) âyetini mırıldandı. Biraz sabretmesini ve devesini tutup bağlayacağımı söyleyince: فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ “Biz çözümü ihtiva eden hükmü Süleyman’a bildirdik.” (Enbiyâ 21/79) âyetini okuyarak, deveyi sevketme konusunda benim daha başarılı olduğumu ima etti. Peşinden deveye bindi ve سُبْحَانَ الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ وَإِنَّا إِلَى رَبِّنَا لَمُنْقَلِبُونَ “Bunları bizim hizmetimize veren Allah yüceler yücesidir, her türlü eksiklikten münezzehtir. O lutfetmeseydi biz buna güç yetiremezdik. Muhakkak ki biz sonunda Rabbimize döneceğiz.” (Zuhruf 43/13-14) âyetlerini okudu.

“Deh” deyip deveyi hızlandırdım. Bu defa وَاقْصِدْ فِي مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ إِنَّ أَنْكَرَ الْأَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَمِيرِ “Yürürken ölçülü, mûtedil yürü! Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma! Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.” (Lokman 31/19) mukabelesinde bulundu.

Yürürken şiir okumaya başladım. Bu kez: فَاقْرَءُوا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْآنِ “Artık Kur’ân’dan kolayınıza gelen miktarı okuyun.” (Müzzemmil 73/20) dedi. Şiir okumak haram değil ki!” deyince: وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُولُو الأَلْبَابِ “Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürler.” (Bakara, 2/269) âyetiyle cevap verdi.

Bir süre yolculuğa devam ettikten sonra, evli olup olmadığını sordum. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَسْأَلُوا عَنْ أَشْيَاءَ إِنْ تُبْدَ لَكُمْ تَسُؤْكُمْ “Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın! (Mâide 5/101) âyetini okudu. Derken bu hanımın kafilesine arkadan yetiştik. Kendisine kafile içinde kimsesinin olup olmadığını sordum. Bu defa da bana: الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا “Mal mülk, çoluk çocuk... Bütün bunlar dünya hayatının süsleridir.” (Kehf 18/46) dedi.

Anladım ki, çocukları var. Onların isimlerini sordum. وَاتَّخَذَ اللهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلاً “Allah İbrâhim’i dost edinmiştir.” (Nisâ 4/125), وَكَلَّمَ اللهُ مُوسَى تَكْلِيمًا “Allah Mûsâ’ya da hitab ederek konuştu.” (Nisa 4/164) ve يَا يَحْيَى خُذِ الْكِتَابَ بِقُوَّةٍ “Yahya! Kitaba var kuvvetinle sarıl” (Meryem 19/12) âyetlerini okudu.

“Ey İbrahim, ey Musa, ey Yahya!” diye kafileye doğru seslendim. Nur yüzlü üç genç “Buyur!” diye çıkageldiler. Kadın onlara para verdi ve:

فَابْعَثُوا أَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هَذِهِ إِلَى الْمَدِينَةِ فَلْيَنْظُرْ أَيُّهَا أَزْكَى

طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ

“Şu akçeyi verip içinizden birini şehre gönderin de baksın hangi yiyecek daha hoş ve helâl ise ondan size azık tedarik etsin.” (Kehf 18/19) dedi. Gençler yiyeceği getirince kadın bana:

كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي الْأَيَّامِ الْخَالِيَةِ

“Kendilerine şöyle denilir: “Geçmiş günlerinizde yaptığınız güzel işlerden dolayı afiyetle, yiyin, için!” (Hakka 69/24) dedi.

Bütün bu gördüklerim karşısında gençlere dedim ki: Şayet annenizin bu durumunu bana söylemezseniz, bu yemekten asla yemem!” Gençler dediler ki: “Annemiz, ağzından Cenâb-ı Hakk’ın gazabını çekecek yanlış bir söz çıkar korkusuyla 40 yıldır bu şekilde sadece Kur’ân’la konuşur.”

Abdullah b. Mübarek, yaşadığı bu ilginç olayı, Kur’ân’da her şeyin bulunduğuna delil olarak değişik zamanlarda anlatırdı.4

Görüldüğü üzere yukarıdaki örnekten, iki önemli husus karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, toplumdaki derin Kur’ân anlayışı. İkincisi de Kur’ân’ın, ortaya çıkabilecek meseleler karşısında bilen için yeterli çözüm ve cevapları ihtiva ettiği gerçeğidir.

Özellikle ilk üç nesil, Kur’ân’ın hem lâfız ve mânâsıyla bütünleşmiş, hem de hayatın bütün sahalarında onu belirgin bir şekilde yaşamışlardır. Aynı zamanda onlar, aradıkları her şeyi mutlaka Kur’ân’da bulacakları inancına da sahiptiler. Zîrâ Yüce Beyan’da her şey ya ima, ya işaret ya da sarahat derecesindeki açıklıkla kendi kıymet ve büyüklüğüne göre onda mevcuttur.

Nitekim Allah Resûlü’nün bereketli duasına mazhar olan ve “tercümanu’l-Kur’ân” lakabıyla bilinen İbn Abbas Hazretleri de: “Ben her şeyi Kur’ân’da bulabilirim! Hatta devemin yularını bile kaybetsem, onu da Kur’ân’da bulabilirim!”5 deyince, bunu duyanlar belki biraz da taaccüple bunun nasıl olacağını sormuşlar. O da: “Kur’ân’da bu konuya işaret eden:

فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

“Eğer bu konuları bilmiyorsanız ilim adamlarına sorunuz. (Nahl 16/43) âyetiyle cevap vermiştir. Buna göre İbn Abbas Hazretleri, herhangi bir konuyu kim en iyi biliyorsa, onu o kimseye sormayı ve işleri ehline havale etmeyi bu âyetten çıkarmış oluyor.

Sonuç

Yüce Allah’ın yeryüzüne göndermiş olduğu ve kıyamete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olacak olan Kur’ân-ı Kerîm, gökyüzünün emini olan Cibril tarafından, yeryüzünün emini olan Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) 23 yılda peyderpey indirilmiş, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu eşsiz beyanı ezberlemiş, yaşamış, vahiy kâtiplerine yazdırmış ve bütün Müslümanlara eksiksiz olarak tebliğ etmiştir.

Müslümanlar, gerek Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde, gerekse daha sonraki dönemlerde, Hatemü’n-Nebiyyin olan Hz.Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendilerine önemli bir emanet olduğunu sıkı sıkıya tembih ederek bıraktığı bu mu’ciz beyanı, hem okumuş, hem ezberlemiş ve hem de hayatın her alanında yaşamaya azami gayret sarfetmişlerdir.

Kur’ân’la olan bu sıcak ve yakın ilişki, ister istemez onların hem kültürlerini, hem gelenek ve göreneklerini, hem de hayatlarını derinden etkilemiştir. Şiirlerinde, hitabetlerinde, sohbetlerinde ve gündelik hayatlarında, adeta Kur’ân’la yatıp yine Kur’ân’la kalkmışlardır. Bu, son derece tabiîdir. Zîrâ bugün meselâ bir spor veya siyaset alanına baktığımızda, kahvehanedeki insandan, bağ-bahçesinde çalışana, ilkokuldan, en yüksek tahsil derecesine varıncaya kadar herkes bunlarla yakından ilgilendiğinden, bu konularla ilgili olup bitenden, konuyla ilgilenen şahıslardan, meselenin en detay noktalarına varıncaya kadar, herkesin üzerinde tartışmalar yapacak kadar bilgisinin olduğunu görmekteyiz. Yani bir milletin pazarında neye rağbet varsa, ister istemez o konu insanların gündeminde, ilgi alanında, dolayısıyla hayatlarının derinliklerinde yerini alabilmektedir. Bu açıdan baktığımızda özellikle Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) itibaren ilk üç asrın en fazla rağbet ettikleri şeyin Kur’ân olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla Kur’ân, onların her zaman konuştukları, müzakere ettikleri, hayatlarının bereketini buldukları ve zevkle okudukları bir kitap hâlinde bulunmuştur. Tarihten konuyla ilgili sunduğumuz yukarıdaki birkaç misal, pek çok örnekten sadece üçüdür.

Burada, o devrin insanının, Kur’ân’a olan ilgisinin yanında, -özellikle de üçüncü misalde gördüğümüz gibi- bu insanların hayatlarını ne kadar dikkatli yaşadıklarının da bir göstergesi vardır. Kırk yıl boyunca bir hanımın, yanlış bir şey konuşurum düşüncesiyle Yüce Allah’ın sözünden başka bir kelâmla konuşmaması, buna açıkça işaret etmektedir.

 

Dipnotlar

1. Kevserî, Muhammed Zâhid, Makâlât, s.103-110.

2. Bkz: İbn Kesîr, Tefsîr, Nisa 20.âyetin Tefsiri.

3. Ali el-Muttaki, Kenzu’l-Ummâl, 3/808.

4. Ahmed el-Hâşimi, Cevâhiru’l-Edeb, 1/261.

5. Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, En’âm Sûresi 38. Âyetin tefsirinde.

 

 

Yazar:

Kategorisi:
Makaleler & Yazılar
Gönderi tarihi: 01-07-2011
8,937 kez okundu
Block title
Block content