Kur'ân'ın Mûcizelik Yönleri 5: "Kur'ân'ın, Ayetleri Özetlerken ve İlâhî İsimlere Dikkat Çekerken Ortaya Koyduğu Olağanüstülüğü"

1. Kur'ân'ın dünya üzerindeki eser ve fiillerde İlâhî hakikatleri gösterişi:

Kur'ân âyetleri genellikle ya esmâ-i hüsnâ veya bu İlâhî isimlerin mânâlarıyla sona ermektedir. Bazen de aklı tefekkür ve düşünceye götürerek meseleleri akla havale etmektedir.

Kur'ân, mûcizevi ifadeleriyle Allah'ın fiil ve eserlerini gözler önüne serer, yayar. Sonra o fiil ve eserlerinde İlâhî isimleri çıkarır. Yahut tevhid ve haşir gibi asıl gayesini ispat eder.

Birinciye meseleye bir örnek:

'Odur ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarat-tı. Sonra da iradesini semaya yöneltti ve gökleri yedi kat tabaka olarak tanzim etti. O her şeyi hakkıyla bilendir.'

Bu âyette Allah'ın fiil ve eserleri gözler önüne seriliyor. Ve netice olarak herşeyi Alîm ismine bağlıyor.

İkinci misâl:

'Yeryüzünü bir döşek, dağları birer kazık yapmadık mı? Sizi de çift çift yarattık. Şüphesiz hüküm günü belirlenmiş bir vakittir.'

Bu âyetler, Cenâb-ı Hakkın büyük ve azametli fiillerini, muhteşem eserlerini anlattıktan sonra, netice olarak hüküm gününü zikrediyor.

2. Kur'ân'ın İlâhî san'at eserlerini tasvir ederek bunları İlâhî isimlerle özetlemesi:

Kur'ân insanın gözünde İlâhi sanatın dokularını açar, gösterir. Âyetin sonunda ise o dokuları akla havale eder ve içinden esma-i hüsnayı çıkarır.

Meselâ: 'Kimdir gökten ve yerden sizi rızıklandıran? Kimdir kulak ve gözler yaratıp size veren? Kimdir ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran? Kimdir kâinatı yerli yerinde tedbir ve idare eden. Onlar diyecekler ki, ‘Allah'tır'. Öy-leyse ‘Hâlâ Ona ortak koşmaktan korkmaz mısınız?' de. İşte Hak olan Rabbiniz budur.'

Âyetin başında der ki:

Semayı ve yeryüzünü rızkınız için iki depo ve ambar gibi hazırlayıp oradan yağmuru, buradan bitkileri çıkaran kimdir? Allah'tan başka koca sema ve yeryüzünü söz dinleyen hazine gibi iki depo hükmüne kim getirebilir? Öy-leyse şükür sadece Ona yapılır.

İkinci cümlede der ki:

Sizin en kıymetli organlarınızdan gözünüzün ve kulak-larınızın sahibi kimdir? Hangi tezgâhtan ve hangi dük-kândan aldınız? Bu iki değerli organı size verecek olan ancak Rabbinizdir. Sizi yaratıp terbiye eden Odur, bunları size O vermiştir. Öyleyse yalnız Rab Odur, Mabud da Odur.

Üçüncü cümlede der ki:

Yeryüzünü canlandırıp yüzbinlerce ölmüş olan bitki ve hayvanları yaratan kimdir? Cenab-ı Haktan başka ve bü-tün kâinatın yaratıcısından başka şu işi kim yapabilir? Elbette O yapar, O diriltir. Madem O Haktır, öyleyse kimsenin hakkını zayi etmeyecektir. Sizi büyük bir mahke-meye gönderecektir. Yeryüzünü dirilttiği gibi sizi de diril-tecektir.
Dördüncü cümlede der ki:
Bu koca kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi mükemmel bir düzen içinde idare eden Allah'tan başka kim olabilir? Madem Allah'tan başka olamaz, öyleyse Onun benzeri, ortağı ve yardımcısı da yoktur. Koca kâinatı idare eden, elbette küçük varlıkları başka ellere bırakmaz. Demek ki, ister istemez Allah diyeceksiniz.
Birinci ve dördüncü cümlede 'Allah' der, ikinci cüm-lede 'Rab' der, üçüncü cümlede de 'Hak' der. Böylece Kur'ân kâinattaki dokunun kaynağını verir.

3. Kur'ân'ın İlâhî fiilleri ayrıntıda göstermesi ve özetlemesi:
Kur'ân bazen Cenâb-ı Hakkın fiillerini bütün ayrıntıla-rıyla anlatır, sonra da bir sonuç cümlesiyle özetler. Ayrın-tıya girmekle kanaat verir, özetleyerek de konuyu bağlar.

Meselâ:

'De ki: Ey mülkün sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın.'

Bu âyet, Cenâb-ı Hakkın insanoğlunun sosyal hayatındaki tasarrufunu ve icraatını gösteriyor.

İnsanı yükseltmek, alçaltmak, zengin etmek, fakirleştirmek doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakkın dilemesine ve iradesine bağlıdır. Kâinatta her şey takdir-ı İlâhî iledir, tesadüf karışamaz.

Kur'ân şu hükmü verdikten sonra, insan hayatında en önemli mesele olan rızkı öne çıkarır. Şu âyet insanın rızkının doğrudan doğruya Rezzâk-ı Hakikinin rahmet ha-zinesinden gönderildiğini ispat eder.

Şöyle ki: Kur'ân der ki: Rızkınız yeryüzünün hayatına bağlıdır. Yeryüzünün canlanması ise bahara bakar. Bahar ise, Ayı ve Güneşi emrinde çalıştıran, gece ve gündüzü çeviren Zatın elindedir. Öyleyse bir elmayı bir adama ha-kiki rızık olarak ancak bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran Zat verebilir. Ve hakiki Rezzâk da Odur.

Sonra da, 'Dilediğini de hesapsız olarak rızıklandırır' der. Bu cümlede o ayrıntılı fiilleri özetler ve ispat eder. Yani, size hesapsız rızık veren Odur ki, bu fiilleri O yapar.

4. Kur'ân'ın varlıklardaki düzeni, ardında İlâhî isimleri gösterecek bir şeffaflıkla ortaya koyması:

Öyle zamanlar olur ki Kur'ân, İlâhî varlıkları bir düzen içinde anlatır. Sonra o varlıkların içinde bir düzenin ve bir ölçünün olduğunu gösterir. Öyle bir şeffaflık ve parlaklık verir ki, o düzen içinden İlâhî isimlerin cilvesini ayna gibi gösterir. Güya o varlıklar birer lafız ve kelime, esmâ-i hüsnâ ise onların mânâsı, yahut o meyvelerin çekirdekleri, özleri ve özetleridir.
Bu konuda bir misâl:

'And olsun ki, Biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik. Sonra o su damlasını pıhtılaşmış bir kan olarak yarattık. O pıhtılaşmış kanı bir parça et olarak yarattık. O et parçasını da kemikler olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu bambaşka bir yaratılışla inşa ettik. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah'ın şânı ne yücedir.'

Kur'ân, insanın bu yaratılış seyrini aynadaki bir görüntü gibi o kadar net, açık ve berrak olarak anlatır ki, bu âyetleri okuyan herkes ister istemez, 'Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah'ın şânı ne yücedir' anla-mına gelen 'Fetebârekâllâhü ahsenü'l-Hâlıkîn' cümlesini söyleyerek hayretini gizleyemez.

Hattâ öyle ki, bu âyet nâzil olduğu zaman, Peygamberimiz (a.s.m.) âyeti okuyor, vahiy kâtibi de yazıyordu. Peygamberimiz (a.s.m.) daha bu cümleyi okumadan, o Sahabi bu cümleyi söyleyivermiş ve arkasından da 'Aca-ba bana da mı vahiy geliyor?' gibi bir zanna kapılmış.

O zata bir vahiy gelmiş değildir, fakat önceki cümleler öyle mükemmel dizilmiş, öyle şeffaf ve insicamlıdır ki, o cümle, gelmeden önce kendini söylettirmiştir.

5. Kur'ân'ın cüz'î veya sıradan olaylardaki İlâhî hakikatleri göstermesi ve tefekküre ufuk açması:

Kur'ân, bazı cüz'î olayları ve sıradan meseleleri anlatır, onlardaki İlâhî hakikatleri gösterir, ardından da onları bir esma-i hüsnâya bağlar.

Meselâ;

'Âdem'e bütün isimleri öğrettikten sonra eşyayı meleklerine gösterdi. ‘Eğer iddianızda doğru iseniz bunların isimlerini bana söyleyin' buyurdu. Melekler, ‘Seni her türlü noksandan tenzih ederiz' dediler. ‘Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki, Alîm ve Hakîm olan Sensin.'

Şu âyet önce, yeryüzüne halife olarak görevlendirilen Hazret-i Âdem'in meleklere üstünlüğünün 'ilim' olduğunu bildirerek cüz'i bir meseleden söz eder. Daha sonra da o olayda meleklerin ilim noktasında mağlup oluşlarını belirtir. Sonunda da meseleyi iki kapsamlı isimle noktalar.

Melekler şöyle konuşur:

'Alîm ve Hakîm olan Sen olduğun için Âdem'i talim ettin, bize galip oldu. Hakîm olduğun için de bize istidadımıza göre veriyorsun, ona da onun istidadına göre üstünlük veriyorsun.'

* * *

Kur'ân'ın zihni tefekküre ve ibrete sevk etmesine bir örnek:

'Ehlî hayvanlarda da sizin için birer ibret vardır. Onların karınlarından kan ile fışkı arasından çıkan ve içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir sütle sizi besleriz.

'…Onda insanlar için şifa bulunur.

'Düşünen bir topluluk için bunda bir delil vardır.'

Şu âyetler Cenâb-ı Hakkın, koyun, keçi, inek, deve gibi hayvanları insanlara halis, saf, lezzetli bir süt çeşmesi; üzüm ve hurma gibi meyveleri de insanlara latif, lezzetli ve tatlı bir nimet tablası ve kazanı; arı gibi küçük birer kudret mûcizelerini de şifalı, tatlı ve güzel bir şerbetçi yaptığını gösterdikten sonra tefekküre ve ibrete başka şeyleri de kıyas etmeye teşvik için, 'Düşünen bir topluluk için bunda bir delil vardır' der ve konuyu sonuçlandırır.

6. Kur'ân'ın varlık âleminde, çok geniş bir alanda cereyan eden olayları birlik içinde yahut kapsamlı bir kanun altında göstermesi:
Bu mesele için bir örnek:

'O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten de bir su indirdi ki, onunla sizin için rızık olarak meyvelerden bitirdi. Onun emriyle denizde seyretsinler diye gemileri ve istifade edesiniz diye nehirleri sizin hizmetinize verdi.

'Birbiri ardınca dönüp duran Güneşi ve Ayı da sizin hizmetinize verdi.

'Geceyi ve gündüzü de sizin hizmetinize verdi.

'O, hal dilinizle ve lisanınızla istediğiniz her şeyden size verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız say-makla bitiremezsiniz.'

Bu âyetlerin anlattığına göre, Cenâb-ı Hak, koca kâina-tı insana bir saray gibi yapmış, gökten yere yağmur gön-dermiş, insanlara rızık yetiştirmek için yeri ve göğü iki hizmetçi haline getirmiş, yeryüzünde bulunan her çeşit meyveyi insanın istifadesine sunmuş, ürettiklerini nak-letmek ve taşımak için de gemiyi onun emrine vermiştir.

Yani denize, rüzgara ve ağaca öyle bir vaziyet vermiştir ki; rüzgar bir kamçı, gemi bir at, deniz de ayağı altında bir çöl gibi serilmiştir.

İnsanları gemi vasıtasıyla dünyanın dört bir tarafına ulaştırdığı gibi, ırmakları ve büyük nehirleri de bir su yolu yapmıştır.

Diğer taraftan Ayı ve Güneşi de uzay boşluğunda döndürüyor, mevsimleri değiştiriyor ve sonunda çeşitli nimetleri insanlara ihsan ediyor.

Gece ve gündüzü de insanın emrine vermiştir. Geceyi bir istirahat zamanı, gündüzü de bir geçim vasıtası yapmıştır.

Kur'ân bütün bu nimetleri saydıktan sonra, insana verilen nimetlerin çok geniş bir çerçevede olduğunu göste-riyor.

En sonunda da, 'Yaratılıştan gelen ihtiyaç diliyle insan ne istemişse, hepsi verilmiş. Öyle ki, verilen nimetler saymakla bitmez' der.

7. Kur'ân'ın sebeplerin arkasında İlâhî tasarrufları ve İlâhî isimlerin tecellîlerini göstermesi:

Kur'ân, yaratılışta sebeplerin görünürdeki etkisini ve işlerliğini kaldırıyor, sonucu, neticeyi ve meyveyi gösteriyor.

Böylece yaratmanın, doğrudan doğruya herşeyi bilen ve her şeye hükmeden Birisinin işi olduğunu gözler önüne seriyor.

İlk anda sebepler her ne kadar sonuca bitişik gibi görünse de, gerçek anlamda sebep ve sonuç arasındaki mesafe çok uzaktır. Sebeple sonucun yaratılması arasında öyle bir uzaklık vardır ki, en büyük bir sebebin eli, en küçük bir sonucun dahi yaratılmasına yetişemiyor.

İşte sebeple sonuç arasındaki bu mesafede İlâhî isimler yıldız gibi doğuyor.
Nasıl ki, ilk bakışta dağların ufkunda semanın etekleri yakın ve bitişikmiş gibi görünür. Oysa ufukla semanın etekleri arasında ne kadar büyük mesafeler varsa, sebeple sonuç arasında da öyle çok geniş ve büyük manevi mesafeler vardır. Bu da ancak imanın dürbünü ve Kur'ân'ın nuruyla görünür.

'İnsan yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik ki, size ve hayvanlarını-za rızık olsun diye...'

Âyet, her biri bir kudret mûcizesi olan nimetleri belli bir tertibe göre sıralar ve sebepleri sonuçlara bağlar, sonunda da 'Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye...' cümlesiyle bir gayeyi gösterir. Bu gayeyi gören ve takip eden gizli bir elin bulunduğunu ve sebeplerin Onun perdesi olduğunu ispat eder.

Bu ifadeyle Kur'ân, bütün sebepleri yaratılış kabiliyetinden çeker, alır ve mânen der ki:

Size ve hayvanlarınıza rızık yetiştirmek için semadan su geliyor. O suda size ve hayvanlarınıza acıyıp şefkat edecek bir yetenek ve rızık yetiştirmek gibi bir kabiliyet olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor denmektedir.

Toprak ise bitkileri açıyor ve rızkınız oradan geliyor. Duygusuz ve şuûrsuz olan toprak unsuru sizin rızkınızı düşünecek, şefkat edebilecek bir özellikten mahrum olduğu içindir ki, toprak kendi kendine açılmıyor. O kapıyı Birisi açıyor, nimetleri sizin elinize Birisi veriyor.

Otlar ve ağaçlar ise, sizin rızkınızı düşünüp merhamet ederek, size meyve ve hububatı yetiştirmekten çok uzaktırlar.

Böylece âyet gösteriyor ki, onlar sonsuz rahmet ve hikmet sahibi bir Rahîm ve Hakîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetleri onlara takmış, canlılara uzatıyor.

Bütün bu açıklamalardan Rahîm, Rezzâk, Mün'im Kerîm gibi çok isimlerin aslı, kaynağı ve doğuş yerleri görünüyor.

8. Kur'ân'ın âhirete ait İlâhî fiilleri anlatırken, dünyada gözlenen fiillerle kalb ve zihinleri ikna etmesi:

Kur'ân, Cenâb-ı Hakkın âhiretteki hârika fiillerini kal-be kabul ettirmek, zihni tasdik etmeye hazırlamak için dünyadaki acâip fiillerini anlatır. Yahut istikbalde ve âhirette gerçekleşecek olan muazzam İlâhî fiilleri öyle bir şekilde anlatır ki, dünyada benzerlerini gördüğümüz için onlara kanaatimiz gelir.

Meselâ bir âyette:

'Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarat-tık da, sonra o Bize apaçık bir düşman kesiliverdi.'

Kur'ân önce insanın ilk yaratılışını gözlere gösterir. Der ki:
• Bir damla suyun bir insan haline geliş safhalarını görüyorsunuz. Nasıl oluyor da, son dirilişi inkâr ediyorsu-nuz? O, onun benzeridir, belki daha kolayıdır.

• Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz da odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip aklınıza sığıştıramıyorsunuz.

• Gökleri ve yeri yaratan Zat, göklerin ve yerin meyvesi olan insanın ölmesinden ve tekrar dirilmesinden aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine önem vermeyip başkasına mal eder mi?

• Haşirde sizi diriltecek olan Zatın, bütün kâinat emrindedir. Her şey onun 'Ol!' emrine boyun eğer. Bir ba-harı yaratmak, bir çiçek kadar ona hafif gelir. Bütün hayvanları yaratmak, bir sinek kadar onun kudretine kolaydır. Böyle bir Zat için, 'Çürümüş kemikleri kim diriltir?' denebilir mi?

* * *

Kur'ân'ın dünyada benzerlerini gördüğümüz İlâhî fiilleri anlatmasına bir örnek:
Âhirette amel defterlerinin açılmasını gösterirken, 'izeşşemsu kuvvirat (defterler açıldığında)' âyetiyle, haşirde herkesin amel defteri bir sayfa içinde yazılı olarak neşredilecektir. İlk anda akıl buna yol bulamaz. Fakat sûrede başka noktalara işaret edildiği gibi sayfaların açılması me-selesine de işaret vardır:

Meyveli her ağacın ve çiçekli her bitkinin amelleri, fiilleri, görevleri, üzerlerinde tecelli eden İlahi isim hangisiy-se ona göre bir tesbih ediş tarzı vardır.

Bu bitkinin bütün özellikleri çekirdeğinde ve tohumunda yazılıdır ve bahar gelince ortaya çıkar. Dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle amel defterini neşreder. Her baharda gözümüzün önünde gerçekleşen bu olay gibi, haşirde de bizim amel defterlerimiz neşredilecektir.

9. Kur'ân'ın cüz'î olaylarda, İlâhî isimler vasıtasıyla,
kapsamlı hakikatleri göstermesi:

Meselâ bir âyette şöyle buyurulur: 'Kocası hakkında sana şikâyet eden ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitti. Muhakkak ki Allah herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür.'

Kur'ân der:

Cenâb-ı Hak mutlak işitendir, herşeyi işitir. Hattâ, en cüz'i bir macera olan ve kocasından şikâyet eden bir ha-nımın sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir.

İşte, bu cüz'i maksadı genelleştirmek için, varlıkların en cüz'î bir hadisesini işiten, gören bir Zat, elbette herşeyi işitir, herşeyi görür bir Zat olması gerekir. Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum ve küçük varlıkların da dert-lerini görmesi, feryatlarını işitmesi gerekir. Dertlerini görmeyen, feryatlarını işitmeyen, Rab olamaz.

10. Kur'ân'ın ümit ve korku arasındaki dengeyi korumasındaki olağanüstülüğü:

Kur'ân, bazen insanın isyan dolu amellerini anlatır, onu azapla tehdit eder; sonra da ümitsizliğe atmamak için İlâhî rahmete işaret eden bir kısım esmâ ile âyeti sonlandırır, tesellî verir.

Meselâ, şu âyet der ki:

'De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde ortağı olsaydı, elbette Rububiyet arşına el uzatıp, müdahale eseri görünecekti, bir derece düzensizlik olacaktı. Halbuki, yedi tabaka göklerden, tâ en küçük canlılara varıncaya kadar herbir varlık, küçük olsun, büyük olsun üzerlerinde tecelli eden bütün isimlerin diliyle, o isimlerin sahiplerini tesbih edip ortak ve benzerlerinden tenzih ediyorlar.'

Evet, nasıl ki semâ; güneş ve yıldız denilen nurlu kelimeleriyle, hikmet ve intizamıyla Onu takdis ediyor, birliğine şahitlik ediyor. Hava da bulutların sesiyle, şimşek, gökgürültüsü ve yağmur damlası kelimeleriyle Onu tesbih, takdis ve birliğine şahitlik eder.

Bunun gibi, yeryüzü de hayvan ve bitki gibi canlı kelimeleriyle Cenâb-ı Hakkı tesbih eder.

Bunun yanında herbir ağaç, yaprak, çiçek ve meyve kelimeleriyle yine Onu tesbih edip birliğine şahitlik ederler.

Diğer taraftan en küçük varlık, en cüz'î bir yaratık, küçüklüğüyle beraber, taşıdığı nakışlarla Yaratıcısının birliğini gösterir

İşte, kâinat her şeyiyle Cenâb-ı Hakkı tesbih etmekle birlikte, kendilerine verilen görevleri eksiksiz yerine getiriyor.

Fakat kâinatın özü, neticesi, nazlı bir halifesi ve bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine küfür ve şirkin içine düşerek çok büyük bir cezayı hak ettiği halde, onu bütün bütün ümitsizliğe düşürmemek için ve Cenâb-ı Hakkın cezayı geciktirmesinin hikmetini bildirmek için âyetin sonunda, 'O Halîmdir ve Ğafurdur; yani ceza vermekte acele etmez, günahları çokça bağışlar' diyerek, cezanın gecikme sebebini açıklar, ümit kapısını açık bıra-kır.

11. Kelâmın sahibi, muhatabı, amacı ve içeriği yönünde Kur'ân'ın üstünlüğü:
Kur'ân, başka kelâmlarla kıyaslanamaz. Çünkü, kelâmın yücelik, güçlülük ve güzellik yönünden tabakalarının konuşan, muhatap, maksat ve makam gibi dört kaynağı vardır.

Edebiyatçıların yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Bunun için bir sözü kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş, onlara bakmalı; sadece sözün kendisine bakmak yetmez.

Madem ki bir söz, gücünü ve güzelliğini bu dört kaynaktan alır. Kur'ân'ın kaynağına dikkat edilse, Kur'ân'ın belâğat derecesi, ulviliği ve güzelliği güzelce anlaşılır.

Evet, madem söz, konuşana bakar. Eğer o söz emir ve yasaklama ise, konuşanın derecesine göre irade ve kudreti de görülür. O zaman söz güçlü olur, elektrik gibi tesir eder.

Meselâ 'Yâ arz! Vazifen bitti; suyunu yut. Yâ semâ! Hâcet kalmadı; yağmuru kes.'

'Ey yer, ey semâ! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Yokluktan çıkıp, varlığa, sanat sergime geliniz' dedi.

'Onlar da: ‘Biz tam itaat ederek geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi Senin kuvvetinle göreceğiz.'

İşte, bir kere, kuvvet ve iradeyi gösteren hakiki ve gerçekçi olarak şu emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak.

Sonra da insanların, 'Ey yer sakin ol, ey gök yarıl, ey kıyamet kop!' saçmalıklarına ve hezeyanlarına bak. Bu anlamsız sözler o İlâhî iki emirle kıyas kabul eder mi?

(Sözler, Bediüzzaman Said Nursî, Yirmi Beşinci Söz özetlenerek verilmiştir.)

271-Bakara Sûresi, 29
272-Nebe Sûresi, 6,7,8,17
273-Yunus Sûresi, 31-32
274-Âl-i İmrân Sûresi, 26
275-Mü'minûn Sûresi, 12-14
276-Bakara Sûresi, 31-32
277-Nahl Sûresi, 66-69
278-İbrahim Sûresi, 32-34
279-Abese Sûresi, 24-32
280-Yasin Sûresi, 77
281-Mücadele Sûresi, 1
282-İsrâ Sûresi, 42-44

Yazar:
Kuranikerim.org
Kategorisi:
Makaleler & Yazılar
Gönderi tarihi: 06-11-2008
3,141 kez okundu
Block title
Block content