Kur’ân’ı doğru kavrayabilmek için birçok dinamiğe ihtiyaç vardır. Bunlar arasında, Kur’ân diline yani Arapçaya vâkıf olmayı ilk sıraya koymalıyız. Ayrıca Kur’ân’ı sürekli kendine nâzil oluyor gibi okumak.. Hz. Muhammed’i (sas) tanımak.. Kur’ân’ı tanımak uğrunda ısrarla çalışmalara devam etmek.. saffet, samimiyet ve ihlâsı hiç elden bırakmamak, esbab-ı nüzul, usul-i tefsir gibi ilimleri bilmek.. ilâhî vâridata açık bir sîneye sahip olmak… bilinmesi gerekli şeyler arasında sayılabilir.
Tarih İlmi ve Nüzûl Sebepleri
Tarih, neticelerin sebepleriyle birlikte görülmesini sağladığı, bu yönüyle de hâle ve istikbale ışık tuttuğu için insanoğlunun çok istifade ettiği bir ilimdir. Kur'ân-ı Kerîm'in, "Akıl ve fikir donanımına sahip insanlar için ibretler ve dersler var." diyerek vurguladığı temel konulardan birisi de, tarihe ve hâdiselere ibret nazarıyla bakılmasını sağlamaktır. Nitekim akıllı insanlar başkalarının doğrularından ve yanlışlarından azamî derecede ders alıp faydalanırlar. Ayrıca tarih bilmek, zaman içerisinde vaz edilmiş hüküm, fikir, olay ve oluşumların doğru anlaşılmasını ve değerlendirilmesini de sağlar. Başka bir deyişle tarih sayesinde sonuçlar sebepleriyle birlikte anlaşılır.
Vahyin nüzûl seyri itibariyle tarih ve ibretlik yönü mevzubahis olduğunda ise siyer, Mekkî-Medenî, nâsih-mensûh ve esbâb-ı nüzûl gibi Kur'ân'ı anlama ve tefsir etme yöntemleri dikkat çekmektedir. Nitekim Kur'ân'ın doğru anlaşılıp tefsir edilmesi, bir yönüyle vahyin nazil olduğu vasatı çevreleyen tarihî verilerin dikkate alınıp değerlendirilmesini mucip kılmaktadır. Bu bakımdan Kur'ân'ın sahih olarak anlaşılmasını sağlayan ilke ve prensipleri sunmak üzere vaz edilmiş Tefsir Usûlü esaslarından biri de nüzûl sebeplerini bilmek olmuştur. Binaenaleyh bu yazıda bir nevi nüzûl dönemi tarihi olan vahyin iniş sebeplerini (esbâb-ı nüzûl) bilmenin Kur'ân'ı anlamadaki katkısı çeşitli yönleriyle ele alınmaya çalışılacaktır.
Esbâb-ı Nüzûlün Tarifi ve Mahiyeti
Türkçeye Kur'an ây-etlerinin iniş sebepleri olarak çevrilebilecek olan esbab-ı nüzûl ıstılahını şöyle tarif etmek mümkündür:
"Nüzûl ortamında meydana gelen bir hâdise veya Hz. Peygamber'e yöneltilmiş bir soruya, vuku bulduğu günlerde, bir veya daha fazla âyetin, tazammun etmek (hâdiseyi-soruyu kapsayan nitelik ve özellikleri içer¬mek), cevap vermek veya hükmünü açıklamak üzere inmesine vesile teşkil eden ve vahyin nazil olduğu ortamı resmeden hâdiseye sebeb-i nüzûl denir."1
Esasında esbâb-ı nüzûl ifadesi kullanılırken, başka bir deyişle âyetlerin inişlerine sebep olan ifade, fiil, hâdise veya sorudan söz edilirken, hakikatte "bizce öyle görülen ve zannedilen" sebepler denilmektedir. Yoksa âyetlerin iniş sebebi ifadesiyle, vahyin gerçek iniş sebebi ve illeti gibi kozalitik mânâlar kastedilmemektedir. Sadece, esbâb-ı nüzûl rivayetlerini bizlere aktaran insanlara vahiy esnasında meydana gelmiş olan hâdiseler sebeplilik ilişkisi gibi görünmüştür. Nitekim bir âyetin hakiki iniş sebebi ancak Allah Teâlâ ve Peygamber (sas) Efendimiz tarafından beyan buyrulduğunda bilinebilir. Bu bakımdan bizim esbâb-ı nüzûl dediğimiz ifade, fiil, olay veya sorular, vahyedilmiş âyetlere gerek zaman, gerekse muhteva açısından tevâfuken tetâbuk etmiş, eşzamanlılık göstermiş, tabir caizse, nâzil olan âyet-i kerîmeyle aynı fotoğraf karesine girmiş olmaktadır. Bu hususu Kur'ân âyetlerinin belli sebeplere iktiran ederek nazil olduğu şeklinde ifade etmek de mümkündür. Dikkat edilirse, bu ifadeler, tarihselci mülâhazaların hatalı fikir ve istinbatlarına cevap mahiyetindedir. Binaenaleyh sebepler olarak gözüken hâdiselerin olmaması durumunda, ilgili âyetlerin de nazil olmayacağı kesinlikle söylenemez.
Zaten âlimlerimizin bir usul kaidesi olarak vaz ettikleri "Sebebin hususiliği, hükmün umumiliğine mâni değildir."2 şeklindeki ilke de, sebep kelimesinin ortaya çıkarabileceği muhtemel problemlere çözüm getirmektedir. Buna göre bir âyetin sebeb-i nüzûlünün dikkate alınması, evvel emirde ilgili âyetin mânâ-i maksûdunu sağlam bir zemine oturtmayı mümkün hâle getirmektedir. Aynı zamanda bu anlama süreci, âyetin mânâ alanını sadece münferid hâdise veya soruyla da sınırlı hâle getirmemekte, mânâ alanını daraltmamaktadır.
Öte yandan yine hatırda tutulmalıdır ki bütün âyetlerin dar anlamda nüzûl sebepleri yoktur. Kur'an ilimleri ve kıraat âlimi Ca'berî bu hususu açıklarken sebepler zemininde Kur'an âyetlerinin iki kısma ayrıldığını belirtir. Buna göre birinci grup âyetlerin herhangi bir sebebi yoktur; ikinci gruba ait âyetlerin inişinde ise bir olay veya bir soru bulunmaktadır.
Esbâb-ı nüzûl konusunda dikkate alınması gereken bir husus da, bu tür rivayetlerin mutlak surette vahyin nüzûlüne şahit olan sahâbe tabakasına dayanılarak nakledilmesi gerektiğidir. Sahâbeye dayanmayan, meselâ tâbiîn veya daha sonraki tabakalardan gelen esbâb-ı nüzûl rivayetleri, ancak başka haberlerce desteklenmeleri durumunda kabul edilirler.
Âlimlerimizin hemen hepsi âyetlerin esbâb-ı nüzûlünü bilmenin Kur'ân'ı doğru anlamaya katkı sağladığı konusunda müttefiktir. Ne var ki Suyûtî'nin de dediği gibi konuyla ilgili rivayetleri tarihin bir parçası olarak gören ve bu yönüyle de Kur'ân'ı anlamada faydasının olmadığını söyleyen az sayıdaki âlim, böyle düşünmekle meseleyi bütün boyutlarıyla ele almamış ve isabetli bir yaklaşımda bulunmamış olsa gerektirler. Çünkü Kur'ân nâzil olurken meydana gelen olaylar, vahye tanıklık etmelerinden dolayı vak'a-i âdî olarak nitelenmemelidir. Vahiy, bir yandan evrensel ve çağlar üstü hususiyetini muhafaza ederken, bir yandan da nazil olduğu tarihin vasatını dikkate alır ve onlara değinir. Bu itibarla vahyin iniş sebeplerini bilmek âyetleri doğru anlama ve tefsir etmede sağlam bir zemin sunar. Vâhidî: "Bir âyetin, kıssasına ve nüzûlünün açıklamasına vakıf olunmadan tefsir edilmesi mümkün değildir." der. İbn Dakîk el-Îd ise "Esbâb-ı nüzûlü bilmek, Kur'ân'ın mânâlarını anlamada sağlam bir yoldur." diyerek konunun önemini vurgular. İbn Teymiyye de: "Nüzûl sebebini bilmek âyeti anlamaya yardım eder, zîrâ sebebi bilmek, müsebbebi bilmeyi doğurur." sözüyle konunun öneminden söz eder.3
Esbâb-ı Nüzûl Rivayetlerinde Kullanılan Sigalar
Esbâb-ı nüzûlü bilmek, Kur'ân'ı doğru anlama konusunda önemli bir zemin kazandırmakta olduğundan, âyetlerin inişlerinden önce veya iniş esnasında vuku bulan anlamlı soru, olay ve olguların ifade edildiği rivayetlerin sigaları, başka bir deyişle dil formları, ifade kalıpları büyük önem taşımaktadır. Çünkü esbâb-ı nüzûl deyişi altında hakiki iniş sebepleri yanında, tefsir kabilinden, hakiki olmayan iniş sebepleri anlatımları da yer bulabilmektedir. Bu bakımdan nüzûl dönemini yansıtan hakiki sebeb-i nüzûl rivayetleriyle, müfessirlerin şahsî olarak şahit oldukları birtakım hâdiseleri âyetin mazmununa yakın bulmalarından dolayı tefsir kabilinden serdettikleri rivayetleri ayırmak gerekmektedir. Nitekim tefsir kabilinden serdedilen esbâb-ı nüzûl rivayetleri, sebebin kat'î değil ihtimal dâhilinde olduğu¬nu ifade eder. Başka bir deyişle rivayette zikredilen sebep, hakiki nüzûl ortamına ait değildir ve bu siga, âyetin inişine sebep olan hâdiseyi bildirmek gibi bir anlam ifade etmez. Bu durumda âye¬tin mânâsını izah etmek isteyen kimse, mesela müfessir bir sahabî veya tâ¬biî kendi yorumu ve istinbatı olarak bir sebeb-i nüzûl zikretmiş olmaktadır. Onların bu tavırla maksatları, âyetin inişine sebep olan hakiki sebebi belirlemek ve bu konuda bir delil ve hüccet öne sürmek değildir. Bu bakımdan hangi sebebin hakiki sebep; hangi sebebin tefsîrî sebep olmadığının belirlenmesi önemlidir.
Binaenaleyh gerçek iniş sebeplerini anlatan dil kalıpları şunlardır: "Âyetin iniş sebebi budur..." mânâsındaki سَبَبُ نُزوُلِ اْلاَيَةِ كَذَا sigasının kullanılması. Hâdise anlatıldıktan sonra ف harfi kullanılarak "Şu hâdise oldu/vuku buldu/soru soruldu ve hemen ardından şu âyet nâzil oldu." mânâsında حَدَثَ - وَقَعَ - سُئِلَ عَنْ كَذَا فَنَزَلَتْ denilmesi. Ayrıca Zerkânî'nin "hakiki sebebin makamdan anlaşılması" mânâsında اَلسَّبَبِيَّةُ تُفْهَمُ قَطْعًا مِنَ الْمَقَامِ diye bahsettiği ifadeler. Zikredilen bu dil kalıpları, hakiki iniş sebeplerini bildirirler ve bu konuda delil kabul edilirler.4
Öte yandan hâdisenin zikredilmesinden sonra ف harfinin kullanılmaması, "Âyet şu olay hakkında inmiştir." manasında نَزَلَتْ هَذِهِ اْلاَيَةُ فيِ كَذَا denmesi, "Sanıyorum âyet şu olay hakkında indi." mânâsında اَحْسَبُ هَذِهِ اْلاَيَةَ نَزَلَتْ فيِ كَذَا gibi ihtimalli ifadeler kullanılması, "Bu âyetten Allah'ın muradı budur." anlamında مُرَادُ اللّٰهِ مِنْ هَذِهِ اْلاَيَةِ كَذَا, "Âyet şu hususa delâlet ediyor." mânâsında تَدُلُّ هَذِهِ اْلاَيَةُ عَلَى كَذَا ya da "Âyetten alınacak mânâ şudur." mânâsında يُؤْخَذُ مِنْ هَذِهِ اْلاَيَةِ كَذَا gibi ifade kalıpları ise "açık tefsir ibareleri" olarak kabul edilirler. Başka bir deyişle bu tür ifadeler, hakiki nüzûl sebeplerini bildirmezler, konuyla ilgili olarak delil hükmü taşımazlar.5
Esbâb-ı Nüzûlün Örneklerle Kur'ân'ı Anlamaya Katkısı
Nasıl ki elde tutulan bir fotoğrafın bütünüyle anlam kazanabilmesi her biriminin ve her karesinin diğer bütün birim ve karelerle sergilediği ilişkilerin bütünüyle dikkate alınabilmesine bağlıdır, aynen bunun gibi, nazil olan âyetlerin tam olarak anlaşılıp tefsir edilebilmesi de, nüzûl ortamının fotoğraf karesine giren bütün birimlerinin sergilediği alâkalar doğrultusunda gerçekleşmektedir.6
Âyetlerin nazil olduğu vasata mümkün olan en yüksek derecede vâkıf olmak, Kur'ân'ın kasd-ı mahsûsunu, mânâ-i maksûdunu anlama ve tefsir etme adına tartışılmaz derecede önemlidir. Konunun belki en az bu kadar önemli olan bir diğer katkısı da şudur ki, esbâb-ı nüzûlü bilmek Kur'ân'ı anlamak isteyen kimsenin yanlışa düşmesine, yanlış hüküm ve davranış şekilleri istinbat etmesine mâni olur. Böylece hem o kişiyi, hem de o kişi vesilesiyle hatalı düşünce ve davranış içine girecek başkalarını da muhafaza etmiş olur. Ayrıca esbâb-ı nüzûlü bilmekle hükümlerin hikmetleri daha iyi anlaşılır. Hükümleri madde plânında hazırlayan sebepleri ve vasatı bilmek, o hükümlerin hikmetlerini, illetlerini daha sağlıklı görmeyi sağlar. Bu zemin üzerine bina edilecek anlama ve yorumlamalar, sahihliğini, istikrar ve tutarlılığını temin etmiş olur.7 Şimdi bu söylediklerimizi çeşitli örneklerle görmeye çalışalım:
Esbâb-ı Nüzûlü Bilmek Âyeti Kolay Anlamayı Sağlar
Bu maddeye örnek olarak Nur Sûresi'nin 61. âyetinde yer alan لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَنْ تَأْكُلُوا جَمِيعًا أَوْ أَشْتَاتًا "...Birlikte veya ayrı ayrı yemek yemenizde günah yoktur." cümlesini vermek mümkündür. Nitekim bu âyetin anlamı nüzûl sebebi bilindiğinde birlikte veya ayrı ayrı yemek yemenin ne demek olduğu çok daha sağlıklı bir zemine oturmaktadır. Katâde ve Dahhâk, bu âyetin nüzûl sebebi hakkında şu tespiti paylaşırlar: Bu âyet, kendilerine Leys bin Amr oğulları denen Kinaneli bir kabile hakkında nazil olmuştur. Onlar bir insanın kendi başına yemek yemesini sakıncalı bulurlar, hattâ günah sayarlardı. Bazen öyle olurdu ki, kişi yemeği önünde sabahtan akşama kadar durur, yemeğine iştirak edecek bir misafir beklerdi. Akşama kadar kimse gelmezse, ancak o zaman yemeğini yerdi. Bu alışkanlık üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Bu âyet misafiriniz gelirse birlikte yer, gelmezse kendi başınıza da yemeğinizi yiyebilirsiniz, bunda bir sakınca yok diyerek bir rahatlama getirdi.8
Esbâb-ı Nüzûlü Bilmek Yanlış Hüküm Çıkarmaya Mâni Olur
Hz. Ömer'in (ra) Bahreyn'e vali olarak görevlendirdiği Kudâme b. Maz'ûn hakkında içki içip sarhoş olduğuna dâir şikâyetler gelmiştir. Cezalandırılmak üzere Medine'ye çağırılan Kudâme içki içtiğini itiraf etmiş; ancak bunun bir günah olmadığını, kendisinin bunu yaparken Mâide Sûresi'nin 93. âyetine dayandığını ifade etmiş ve şu âyeti okumuştur:
لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا
طَعِمُوا إِذَا مَا اتَّقَوْا وَآمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
ثُمَّ اتَّقَوْا وَآمَنُوا ثُمَّ اتَّقَوْا وَأَحْسَنُوا وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
"İman edip salih işler yapanlara takvalı olduklarında, iman edip salih işler yaptıklarında, sonra yine takvalı davranış sergileyip iman ettiklerinde, yine takvalı davranıp ihsan ettiklerinde yedikleri ve içtiklerinden dolayı bir günah olmaz."
Kudâme bu âyete dayanarak içki kullandığını ifade etmiş, hattâ kendisinin tam da âyetin bahsettiği iman edip amel-i salih işleyen kimselerden olduğunu, takvalı davranışlar sergilediğini ve yediği ve içtiği bir şeyin kendisine günah olmayacağını ileri sürmüştür. Valisini cezalandırmayı düşünen Hz. Ömer, bu sözlerle tabir yerindeyse şok olmuş, bir an için ne diyeceğini bilememiştir. Nihayet Abdullah b. Abbâs'ın (ra): "Bu âyetler henüz içki haram olmadığı dönemde içki kullandıkları hâlde ölenlere bir mazeret, sonrakilerin aleyhine ise bir huccet olarak indi." demesi üzerine mesele anlaşılmış ve Kudâme'nin âyeti yanlış anlayıp yorumladığı ortaya çıkmıştır. Nitekim bu âyet, henüz içki haram kılınmadığı için alkol kullanan ve bu hâldeyken vefat etmiş olan Müslümanlara bir mazeret olarak inmiştir.9
Esbâb-ı Nüzûlü Bilmek Muhayyerlik Vehmine Mâni Olur
Sebeb-i nüzûl bilinmediğinde, ortaya çıkması muhtemel bir başka yanlış anlama da Bakara Sûresi'nin 158. âyeti hakkında vârid olmuştur. Nitekim bu âyette Safa ve Merve'yi tavaf etmenin günah olmadığı ifade edilmektedir. Hâlbuki gerek hacda ve gerekse umrede bu iki tepeyi tavaf etmek, aralarında sa'y etmek yerine getirilmesi gereken önemli vazifelerden biridir. Acaba yapılması gereken bir vazifeden söz edilirken neden "Safa ve Merve'yi tavaf etmenizde günah yoktur." denmektedir?
Bu âyetle ilgili benzer bir anlama problemi Hz. Aişe (ra) Validemiz'in yeğeni Urve b. Zübeyr'in başına gelmiştir. Hz. Urve bu müşkülünü teyzesine sormuş ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:
"Teyze biliyorsun ki, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللّٰهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوِ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ أَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا "Şüphesiz Safa ile Merve Allah'ın şeâirindendir (nişanelerindendir). Onun için kim hac ya da umre niye¬tiyle Beyt'i ziyaret ederse, bu ikisini tavaf etmesinde ona bir günah yoktur." Bu yüzden ben Safa ile Merve'yi tavaf etmemekten dolayı kimsenin günahkâr ola¬cağını sanmıyorum diyerek sorusunu yöneltmiştir.
Hz. Aişe (ra) ise, yeğenine şöyle cevap vermiştir:
Hayır asla! Şayet âyetin hükmü senin dediğin gibi olsaydı, âyet "onları tavaf etmemesinde bir günah yoktur" şeklinde olurdu. Oysa ayette "onları tavaf etmesinde bir günah yoktur" denilmektedir. Ancak bu âyet, Ensâr hakkında nazil olmuştur. Müslüman olmadan önce onlar Menât adlı putu tavaf ederdi. Safa ile Merve arasında tavaf etmekten de bu sebep¬le rahatsızlık ve sıkıntı duyuyorlardı. İslâmiyet gelince bu durumu Resûlullah'a sordular. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurdu."10
Görüldüğü gibi nüzûl sebebi dikkate alınmadan anlaşılması durumunda âyetin zâhiri, yani "ona bir günah yoktur" sözü, muhayyerliği, daha sarih bir deyişle Safa ve Merve'yi tavaf edip etmeme cevazını ifade etmektedir. Yani bu ifade Hz. Urve'nin anladığı gibi anlamayı tecviz etmekte, Safa ve Merve tavaf edilmese bile bunun günah olmayacağı ifade edilmektedir. Ancak âyetin iniş sebebi dikkate alındığında, bu ifadenin muhayyerlik getirmediği, aksine o dönemde sahip olunan bir düşünceye cevap verilerek tereddütleri ortadan kaldırdığı anlaşılmaktadır. Gerçekten de siyerin bize bildirdiğine göre cahiliye devrinde Safâ üzerinde "İsâf" adında bir put, Merve üzerinde de "Nâile" adında diğer bir put vardı. Cahiliye müşrikleri bu putlar arasında tavaf eder ve bunlara ellerini sürerlerdi. İslâm gelip putları kırdıktan sonra Müslümanlar, Safâ ile Merve arasında tavaf etmekten çekinmişler ve artık bu tavafın günah olacağını düşünmüşlerdir. Bunun üzerine bu âyet inmiş ve "Korkmayın, bunda günah yoktur, bilakis Safa ile Merve Allah'ın şiârlarındandır." denilerek bu tavafa devam etmeye Müslümanları teşvik etmiştir. Nitekim merhum müfessir Elmalılı'nın da dediği gibi hattâ bu teşvikin bir çeşit vücub ifade ettiği hadîslerle de açıklanmıştır.11
Esbâb-ı Nüzûlü Bilmek Hakîkî Maksadı Öğretir
Bilindiği gibi Bakara Sûresi'nin 195. âyeti وَلَا تُلْقُوا بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ "Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın." demekte ve âyetin bu cümlesi pek çok alanda sık sık atıf da almaktadır. Ne var ki bu âyet, Allah yolunda mallarını infak etmekten kaçınanlar ve dünyaya tamah edenler hakkında nazil olmuştur. Başka bir deyişle bu âyet, Allah yolunda harb ve çarpışmadan ve o uğurda mal harcamadan kaçınmanın bir tehlike olduğunu hatırlatmak için gelmiştir. Âyet içi siyak bütünlüğü bu mânâyı vermekle birlikte, Tirmizi ve Ebu Davud'da rivayet edilen sebeb-i nüzûl haberi daha da açıklayıcı bir zemin sunmaktadır. Bilindiği üzere Emeviler devrinde Abdurrahman b. Velid kumandasında bir İslâm ordusu, Kostantiniyye şehrine yani İstanbul'a gaza etmiştir. İstanbul'un mânevî önderi ve misafiri Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri de bu askerler arasındadır. O sırada Müslümanlardan bir zât, şehrin surları içinde emniyet ve güven içinde bulunan Rumlar üzerine açıktan hücum etmiş, bunu gören Müslümanlar: "Ne yapıyor bu adam, olmaz böyle şey sübhânallâh, (yukarıdaki âyete işaret ederek) kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor." demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî: "Ey Müslümanlar! Siz bu âyeti, yapılması gereken tevili dışında yorumladınız. Çünkü bu âyet biz Ensar topluluğu hakkında nazil olmuştur. Allah Teâlâ, Peygamberine yardım edip İslâmiyet'i galip ve muzaffer kıldığında biz artık mallarımızın başında durup onların ıslahı ile meşgul olalım, bu zamana kadar kaybolan mallarımızı yeniden kazanalım demiştik. Allah Teâlâ ise ‘Allah yolunda infak edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.' âyetini indirdi. Âdeta bu âyetle Allah Teâlâ, insanların kendilerini elleriyle tehlikeye atmasını, mallarının başında durup onları çoğaltmakla uğraşarak cihadı terk etmek olarak izah buyurmuştur." Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî bunun üzerine hiç durmayıp Allah yolunda cihada girişmiş ve pîr-i fânî sayılan bir yaşta çıktığı bu seferde şehit düşüp İstanbul'da defnolunmuştur.12
Esbâb-ı Nüzûlü Bilmek Yanlış Anlayışa Mâni Olur
Bakara Sûresi'nin 189. âyetinde "Evlere arkalarından girmek üstün iyilik değildir. Asıl takvalı olanın yaptığı üstün iyiliktir. Siz evlere kapılarından girin." mânâsında وَلَيْسَ الْبِرُّ بِأَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقَى وَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ أَبْوَابِهَا buyrulmaktadır. Âyetin iniş sebebi bilinmeden evlere arkalarından girmenin ne demek olduğu bazı insanlar için anlaşılmaz görünebilir, hattâ bunun mecazî bir deyim olduğu düşünebilir. Oysa bu âyet, Kureyş dışındaki Ensar ve diğer Arap kabilelerin ihramdayken evlere kapılarından girmeyi günah saymaları, bu yüzden de evlere arkalarından açtıkları deliklerden girip çıkmaları, böyle yapmayanları da ayıplamaları üzerine nazil olmuştur. Ayrıca âyet, böyle riyakâr davranışların gerçek iyilik olamayacağı, ancak takvalı davranışların iyilik olabileceği mesajını da vermiştir.13
Sonuç
Kur'ân-ı Kerîm'i sahih olarak anlamak ve tefsir etmek hem zorunlu, hem de mümkündür. Bu kapsamda Tefsir Usulü zımnında vaz edilen kurallara uymak, arzu edilen hedefi gerçekleştirmeye matuf bir gayret olarak görülmelidir. Kur'an âyetlerinin hangi olay, soru veya olgu üzerine nazil olduğunu, başka bir deyişle vahyin iniş sebeplerini dikkate almak ise bahsi geçen kurallardan sadece biridir. Esbâb-ı nüzûl, vahyin inişine iktiran eden hâdise ve sorulardır ve bu ilmi bilmek, Kur'ân'ın doğru anlaşılıp tefsir edilmesinde ihmal edilmemesi gereken çok ehemmiyetli bir dinamiktir. Esbâb-ı Nüzûl ortaya konan yorumu sınırlıyor gözükse de, evvel emirde esas maksadın ortaya konmasını temin etmektedir. Âlimlerimizin vaz ettiği "Sebebin hususiliği, hükmün umumîliğine mâni değildir." kâidesi, makul ve sağlıklı tefsirin önünü açmaya matuf bir gayrettir.
Dipnotlar:
1. A. Nedim Serinsu, Kur'ân'ın Anlaşılmasında Esbab-ı Nüzûlün Rolü, İstanbul 1994, s. 68.
2. Bu kaide için mesela bkz. Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi'l-Kur'ân, IV. Bsk., İstanbul 1978, I, 38.
3. Suyûtî, I, 38.
4. Bkz. Zerkânî, Menâhilü'l-Irfân fi Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire, trz, İsa el-Bâbî el-Halebî, I, 108.
5. Ayrıca geniş bilgi için bkz. Serinsu, 107-113.
7. Bkz. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü, Ankara 1983, s. 117-118.
8. Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, II. Bsk., Beyrut 1991, s. 190.
9. Bkz. Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, Mekke 1994, VIII, 315, hadis no: 17293 ; Şatıbî, el-Muvâfakât fî Usûli'ş-Şerîa, II. Bsk., Beyrut 1975, III, 349.
10. Bkz. Mâlik b. Enes, el-Muvatta', Hac, Bâbu Câmii's-Sa'y, thk. Muhammed Mustafa el-A'zamî, 2004, Müessesetü Zâyid b. Sultân, III, 546, hadis no: 1381 ; Vâhidî, 24.
11. Bkz. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşr., I, 555-556.
12. Vâhidî, 30-31.
13. Vâhidî, 37.