Kur’ân, kelimelerle ortaya koyduğu sahneleri resmederken, bazen harf ve seslerin birbiriyle uyum ve âhengini, bazen de şahısları ve karakterlerini devreye koyar; koyar ve arz etmek istediği armoniyi muciz bir şekilde, hem de israf-ı kelâm etmeden itmam eder.
Giriş
Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerîm âyetleri (تَعْلَمُونَ تُؤْمِنُونَ تَتَّقُونَ / خَبِيراً ، كَبِيراً ، عَلِيماً ، حَكِيماً gibi) birbiriyle müzikal uyuma sahip fasılalarla biter.1 Kur’ân’ın bu uyuma oldukça önem verdiği görülür. Çünkü bunun dinleyiciler üzerinde son derece önemli bir etkisi vardır. Bu uyumun sağlanması için kimi zaman normal cümle düzeninde bir kelime öne alınıp bir diğerinin sona bırakıldığı; kimi zaman da cümleden bazı öğelerin hazfedildiği veya ziyade edildiği görülür. Bazen de bir isim veya fiilin farklı sîgaları arasında geçiş yapılarak bir sîga yerine farklı bir sîga ile bu uyum sağlanır. Meselâ Tâhâ 70. âyetinde قَالُۤوا اٰمَنَا بِرَبِّ هٰرُونَ وَمُوسٰي “Mûsâ ve Hârun’un Rabbine inandık dediler.” denirken, Şu‘arâ 48. âyetinde ise قَالُۤوا اٰمَنَا بِرَبِّ الْعَالَمِينَ رَبِّ مُوسٰي وَهٰرُونَ “Âlemlerin Rabbine yâni Hârun ve Mûsâ’nın Rabbine inandık” denir. Çünkü Tâhâ 70. âyetin öncesi ve sonrasındaki âyetler hep â sesiyle sona erdiği için burada âyet Mûsâ kelimesi ile sona ererken, Şu‘arâ sûresinde ise önce ve sonraki âyetler ûn, ûn sesi ile sona erdiği için burada ise âyetin Hârûn kelimesi ile sona erdiği ve böylece uyumun sağlandığı görülür.2
Diğer dillerde olduğu gibi, Arapçada da cümle herhangi bir bağlamda gelir ve cümlenin öğeleri arasında takdîm-tehir, zâid bir öğe ilavesi, cümlenin her hangi bir öğesinin veya kendisinin tekrarı ya da hazfi gerekebilir. Cümle yapısında meydana gelen bu değişiklikler farklı amaçlara yönelik olarak gerçekleşir. Bu değişikliklerin türleri ile bunların amaçları nahiv, belâgat ve edebiyat kaynaklarında ayrıntılı olarak ele alınır. Kur’ân’da cereyan eden bu değişikliklerin amaçlarından biri de âyetler arasındaki fâsıla uyumunu (ses/müzikal uyum) sağlamaktır. Bu uyumun sağlanması siyâkın gereği olarak bir öğenin takdimi, başka bir öğenin de tehirini gerektirebileceği gibi, sîgaları ve üslûpları da etkileyerek bir sîga yerine (yine onu kastederek) başka bir sîğa kullanmayı da gerektirebilir.3
Kur’ân’daki Fâsıla Uyumunu Sağlayan Faktörler
Kur’ân’daki cümle yapısında fâsıla uyumunu sağlayan faktörleri şu ana başlıklar altında toplayabiliriz:
I-Takdim-Te’hir
Cümlenin bütün öğelerini aynı anda söylemek mümkün değildir. Cümlede bazı öğeler önce, bazı öğeler ise tabiî olarak sonra gelecektir. Takdim: normal cümle düzeninde sonra gelmesi gereken bir öğeyi öne almak; tehir ise önce gelmesi gereken bir öğeyi sonraya bırakmaktır.4 Takdim-tehirde sonra gelen öğeyi öne almak, önce gelmesi gereken öğeyi ise geriye bırakmak söz konusudur. Ancak bunun bir sebebe bağlı olarak gerçekleşmesi gerekir. Belâgat kaynaklarında bu sebepler üzerinde uzun uzadıya durulmuş olmasına rağmen, bizim burada dikkat çekeceğimiz hususa pek fazla değinilmemiştir.
Takdim-tehir konusunun Kur’ân’ın hemen her yerinde rastlayabileceğimiz örneklerinden biri harf-i cerli fiillerin mef’ulleri ile kullanımlarında görülür: Bu konudaki kural, önce fiilin daha sonra da harf-i cerle birlikte mef’ulün (mecrur) gelmesidir. Bu açıdan her harf-i cerrin öncesinde bir müteallakı (yani harf-i cerrin bağlı olduğu öğe) olup bu harfi cerler bağlı bulundukları fiilin anlamını ilgili isme taşırlar.5
Meselâ قَدَرَ عَلَى ‘bir şeye gücü yetmek’ fiili buna güzel bir örnek teşkil eder. Önce bu fiilin söylediğimiz kurala uygun olarak geldiği kullanımına bir göz atalım. Meselâ Nahl, 16/75: وَضَرَبَ اللَّهُ مَثَلاً عَبْداً مَمْلُوكاً لاَ يَقْدِرُ عَلَى شَيْءٍ “Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen köleyi misal olarak anlattı” âyetinde önce fiil sonra da harf-i cerle birlikte mef’ul gelmektedir. Bu fiil mef’ulünü harf-i cerle aldığı gibi, bu fiilden türeyen ism-i fâil, mübâlağa sîgaları, sıfat-ı müşebbehe vb. kelimeler de aynı şekilde mef’ullerini yine aynı harf-i cerle alırlar. Bu kural sadece bu fiile özgü bir durum olmayıp, mef’ulünü harf-i cerle alan bütün fiiller için geçerlidir.
قَدَرَ عَلَى fiilinin Kur’ân’da ism-i fâil formunda gelen kullanımlarına göz attığımızda 6 yerde قَادِرٌ عَلَى veya الْقَادِرُ عَلَى şeklinde önce ism-i fâil, sonra harf-i cerri gelirken6 sadece bir yerde câr-mecrurun, müteallakından önce geldiği görülür. Bu kullanım ise Târık, 86/8 âyetindedir. Bu âyetle sonrasındaki âyetler şöyledir:
اِنَّهُ عَلَى رَجْعِهِ لَقَادِرٌ (8) يَوْمَ تُبْلَى السَّرۤائِرُ (9) فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلاَ نَاصِرٍ (10)
Konuyla ilgili olarak daha dikkat çekici bir durum ise bu fiilden türeyen bir sıfat-ı müşebbehe olan قَدِيرٌ kelimesinin kullanımında görülür. Bu kelimenin Kur’ân’da geçtiği 39 yerden 34 tanesinde câr-mecrûr öne alınarak قَدِيرٌ kelimesi âyet sonuna bırakılmış, 5 yerde ise câr-mecrûru tamamen hazfedilmiştir. Bu kelimenin âyet sonuna bırakıldığı yerlerden birisi şöyledir:7
Bakara 2/ 106 ve 109 : اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
(106) ....نَصِيرٍ (107) ...السَّبِيلِ (108) .... اِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (109) .... اِنَّ اللَّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (110)
Buradaki takdim-tehirle hem Allah’ın her şeye gücünün yettiğine daha fazla vurgu yapılmakta hem de âyet sonlarındaki fâsıla uyumu sağlanmaktadır.
Âyet sonlarındaki bu uyumla ilgili olarak قَدِيرٌ kelimesinin farklı bir kullanımı da كَانَ fiili ile birlikte mansub olarak geldiği 6 yerde görülür.8 Bunlardan 3 tanesinde câr-mecrûru hazfedilmiş, üçünde ise câr-mecrur öne alınarak قَدِيرًا kelimesi âyet sonuna bırakılmıştır. Şimdi bu âyetlerden birini öncesi ve sonrasındaki âyetlerle birlikte görelim: (el-Ahzâb 33/24-35 arası âyet sonları)
... رَحِيمًا (24) ... عَزِيزًا (25) .... فَرِيقًا تَقْتُلُونَ وَتَأْسِرُونَ فَرِيقًا (26) .....وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا (27) ... جَمِيلاً (28) ... عَظِيمًا (29) .... يَسِيرًا (30) .... كَرِيمًا (31) .... مَعْرُوفًا (32 ... تَطْهِيرًا (33) ... خَبِيرًا (34) ... اَعَدَّ اللَّهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظِيمًا (35)
II-Zikr ve Hazf
Zikr; söylemek demektir. Istılah anlamı olarak söylenilmesi lâzım gelen sözün söylenmesine zikr denir. Hazf ise حَذَفَ fiilinin masdarı olup, bir sözü düşürmek, atmak ve zikretmemek demektir. Bir belâgat terimi olarak söylenilmesi îcab etmeyen sözün ibarede zikredilmemesine hazf adı verilir.9
Tâhiru’l-Mevlevî şöyle der: Sözün nerede zikri ve nerede hazfi iktiza eylediğine dair bazı kaideler beyan edilmiş ise de en doğrusu, onu tayin edecek zevk-i selîmdir.10
Zikre örnek لَعَلِّي اَرْجِعُ اِلٰى النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ “Umarım ki senin yorumunla insanlara dönerim, onlar da bilirler” (Yûsuf 12/46) âyetinde görülür:
... فَاَرْسِلُونِ (45) ... لَعَلِّي اَرْجِعُ اِلٰى النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ (46) ... تَأْكُلُونَ (47) ... تُحْصِنُونَ (48)
Burada âyet sonlarındaki uyumdan dolayı لَعَلّ kelimesi iki kez zikredilmiştir. Şâyet 2. لَعَلّ kelimesi olmasaydı cümle لَعَلِّي اَرْجِعُ اِلٰى النَّاسِ فَيَعْلَمُوا şeklinde gelir ve âyetin diğer âyetlerle uyumu bozulurdu. Çünkü recâ bildiren cümlelerin cevabı fâ harfi ile ve mansub olarak gelir.
Bu kullanım يَاهَامَانُ ابْنِ لِي صَرْحًا لَعَلِّي اَبْلُغُ اْلاَسْبَابَ اَسْبَابَ السَّمٰوَاتِ فَاَطَّلِعَ اِلۤى اِلهِ مُوسٰي “Ey Hâmân bana yüksek bir kule yap da o sebeplere yani göklerin yollarına erişeyim de Mûsa’nın tanrısına çıkıp bakayım” (el-Ğâfir 40/37) âyetinde görülür.
Bazen de uyumu sağlamak üzere kelimeye bazı ziyadelerin yapıldığı görülür. Meselâ Ahzâb, 66-67 âyetleri bunun gibidir. Öncesi ve sonrasındaki âyet sonları ile uyum açısından resûl ve sebîl kelimelerine elif ilave edilmiştir.
... وَلاَ نَصِيرًا (65) يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَالَيْتَنۤا اَطَعْنَا اللَّهَ وَاَطَعْنَا الرَّسُولاَ (66) وَقَالُوا رَبَّنۤا اِنّۤا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرۤاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّبِيلاَ (67) رَبَّنۤا اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْنًا كَبِيرًا (68)
Burada lafzın mânâya kurban edilmesi gibi bir durum da söz konusu değildir. Bilakis bu ziyadelikle bir taraftan lafzî uyumu sağlarken diğer taraftan da âyetin ifade ettiği mânâya uygun katkı sağlandığı görülür. Nitekim Ahzâb 65-68 âyetlerinde kâfirlerin kıyamet gününde cehenneme sokulacaklarından, orada ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaklarından ve yüzlerinin ateşte çevrileceğinden bahsedilmekte, devamında ise kâfirlerin o günkü pişmanlıklarına ve onların ah vah etmelerine yer verilmektedir. Şimdi âyetlerdeki يَالَيْتَنۤا اَطَعْنَا اللَّهَ وَاَطَعْنَا الرَّسُولاَ (66) وَقَالُوا رَبَّنۤا اِنّۤا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرۤاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّبِيلاَ (67) şeklindeki uzatmalar, tam da cehennemde kızgın ateşler içinde yanan ve kıvranan kâfirlerin feryatlarını ve onların âh-vâhlarını yansıtmaktadır.
Aynı ifadenin yer aldığı Ahzâb 4. âyetinde ise öncesi ve sonrası hep â sesiyle geldiği hâlde âyetteki السَّبِيلَ kelimesinde uzatmaya yer verilmediği görülür. Zira bu âyetteki siyâk-sibak münasebeti buna müsait değildir. (عَلِيمًا حَكِيمًا (1) ... خَبِيرًا (2) ...وَكِيلاً (3) ... وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ (4 ...غَفُورًا رَحِيمًا (5) ... مَسْطُورًا (6) ... مِيثَاقًا غَلِيظًا (7)
Bu ise Kur’ân’ın sadece lâfza değil, lâfız ve mânâ münasebetine önem verdiğini göstermektedir. Hazfin örneklerine gelince bunu aşağıdaki başlıklar altında gruplandırmak mümkündür:
1-Kelime Sonundan Bir veya Birkaç Harfin Hazfi
Bu hazfin örneklerinden biriوَاللَّيْلِ اِذَا يَسْرِ “Gitmekte olan geceye” (el-Fecr 89/4) âyetindedir. Âyetteki يَسْرِ kelimesi سَرَى fiilinin muzârisi olup aslındaيَسْرِى şeklinde olması gerekirken, sonundaki yâ harfi hazfedilmiş veيَسْرِ olmuştur.11
وَالْفَجْرِ (1) وَلَيَالٍ عَشْرٍ (2) وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ (3) وَاللَّيْلِ اِذَا يَسْرِ (4) هَلْ فِي ذٰلِكَ قَسَمٌ لِذِي حِجْرٍ (5)5
“Fecre, on geceye, çifte ve teke, gitmekte olan geceye and olsun ki bunlarda akıl sahipleri için bir yemin var değil mi?”
Her ne kadar bu âyeti yâ’nın isbâtı ile de okuyanlar varsa da cumhurun tercihi hem vasl hem de vakf hâlinde hazf ile okumaktan yanadır. Ferrâ, âyetin diğer âyetlerle uyumu açısından hazf ile okuyuşun daha güzel olacağını söyler.12 Taberî de bu âyetin tefsîrinde Arapların ref‘ hâlinde iken yâ’yı düşürüp onun yerine öncesinin kesresiyle yetindiklerini, bu âyette de öncesi ve sonrası ile uyum açısından yâ’nın hazfedildiğini, cumhurun da bu âyeti hazifle okuduğunu ifade eder.13
Kelime sonundan bir veya birkaç harfin hazfedilmesi örneklerinden biri de mansup muttasıl zamirlerden 1. tekil şahıs zamirinin âyet sonlarında geldiği zaman hazfedilmesi durumudur. Bunun örneklerinden biri لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ “Sizin dininiz size, benim dinim bana” âyetindedir. (el-Kafirûn 101/6) Ferrâ bu âyetin izahında âyet sonlarının hep nûn’la bittiği için دِينِى denilmeyip دِينِ denildiğini söyler. Devamla Şu‘arâ 78-81 âyetlerindeki hazflerin de bunun gibi olduğunu belirtir.14
اَلَّذِي خَلَقَنِي فَهُوَ يَهْدِينِ [+ ى> (78) وَالَّذِي هُوَ يُطْعِمُنِي وَيَسْقِينِ [+ى> (79) وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ [+ ى> (80) وَالَّذِي يُمِيتُنِي ثُمَّ يُحْيِينِ [+ى> (81) وَالَّذِي اَطْمَعُ اَنْ يَغْفِرَ لِي خَطِۤيئَتِي يَوْمَ الدِّينِ (82)
Mütekellim zamiri olan yâ’nın âyet sonlarındaki hazfine dair örnekler oldukça fazladır.15 Özellikle ûn ve în şeklinde biten âyetlerde Arap dil yapısına da uygun olan bu hazifle âyetler arasındaki uyumun sağlandığı görülür.
2-Bir kelime Veya Öğenin Hazfi
Cümlede âyetler arasındaki uyumun sağlanması için bazen de cümleden bir kelime veya bir öge hazfedilebilir. Bu hazfin örneklerinden biri mef’ulün hazfidir. Bunun örneği Hicr Sûresi 3 ve 96. âyetlerinde görülür.
1- el-Hicr 15/3 âyeti: ذَرْهُمْ يَأْكُلُوا وَيَتَمَتَّعُوا وَيُلْهِهِمُ اْلاََمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ “Bırak onlar yesinler, eğlensinler, arzuları onları oyalasın, yakında bilecekler”
2- el-Hicr 15/ 96. âyeti: اَلَّذِينَ يَجْعَلُونَ مَعَ اللَّهِ اِلَهًا اٰخَرَ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ “O Allah ile beraber başka tanrı edinenler yakında bilecekler”
Bu âyetlerdeki يَعْلَمُونَ ‘bilecekler’ fiilinin mef’ulünün hazfi ile fâsıla uyumunun sağlanması yanında âyetin tehdit ifade etmesi ve kâfirlerin kalbine korku salınması ve onların huzurlarının bozulması gibi başka amaçların da gözetildiği görülür. Çünkü başına kötü bir hâl geleceğine dair tehdit edilmek, ama ne olacağını bilememek insanda korku ve huzursuzluğa yol açar.16
Yine Şuarâ 72-73 de
قَالُوا نَعْبُدُ اَصْنَامًا فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِفِينَ (71) قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ اِذْ تَدْعُونَ (72) اَوْ يَنْفَعُونَكُمْ اَوْ يَضُرُّونَ (73) قَالُوا بَلْ وَجَدْنۤا اٰبۤاءَنَا كَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ (74) قَالَ اَفَرَاَيْتُمْ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَ (75) اَنْتُمْ وَاٰباۤؤُكُمُ اْلاَقْدَمُونَ (76)
Bu âyette يَنْفَعُونَكُمْ ifadesinden sonra cümlenin akışı gereği يَضُرُّونَكُمْ denmesi beklenirken mef’ul düşürülerek يَضُرُّونَ denmiştir. Çünkü bu hazif olmasaydı uyum bozulurdu.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi; Kur’ân’ın bütün bu söylediklerimizde lafız ve mânâ ilişkisini dikkate aldığı görülür. Kur’ân, bunu sadece fonetik uyumun bir gereği olarak yapmaz. Bunu bir de eş-Şu‘arâ 72-73 âyeti üzerinden açıklayacak olursak: burada mef’ulün zikri durumunda fâsılanın bozulacağını söyledik. Fakat cümlede mânânın durumu da bu hazfi gerekli kılmaktadır. Burada fayda vermek fiilinden sonra mef’ul getirilmiş, zarar vermek fiilinden sonra ise mef’ul hazfedilmiştir. Çünkü insan kendisi için faydayı ister ama zararı istemez. Üstelik kendisine zarar verecek şeyden de korkar. Görüldüğü gibi hem lafız hem de mânâ yönünden lüzumuna binaen bu hazif yapılmıştır.
Benzeri bir durum وَاَضَلَّ فِرْعَوْنُ قَوْمَهُ وَمَا هَدٰى “Firavun toplumunu saptırdı, ve hiç doğru yola iletmedi.” (Tâhâ 79) âyetinde de görülür. Burada mef’ul zikredilerek هَدٰيهُمْ denmemiştir. Aslında buradaki hazifle fiile umûmîlik kazandırılmış; yâni Firavun hiçbir şekilde hidayet sıfatıyla nitelendirilmemiştir. Eğer هَدٰيهُمْ وَمَا denseydi; Firavun’un hidayete erdiremeyişi sadece kendi kavmiyle sınırlı olup, başka bir kavmi hidayete erdirmesi ihtimal dâhilinde olurdu. Fakat âyette mef’ul hazfedilerek hem fâsıla uyumu sağlanmış hem de Firavun’un başka bir kavmi hidayete erdirmesi ihtimali de ortadan kaldırılmıştır.17
III-Sîga Değişimi
Sîga değişiminden maksat örneğin ism-i fâil yerine ism-i mef’ul (veya zıddı), müfred yerine cemi, cemi yerine müfred sîgası getirilmesi gibi değişikliklerdir. Bu değişimi aşağıdaki başlıklar altında toplayabiliriz:
1-İsm-i Mef’ul Yerine İsm-i Fâil Sîgası Getirilmesi
Arapların dildeki âdetlerinden biri mef’ul sîgası yerine fâil sîgası getirmeleridir. Ferrâ ve Taberî’nin rivayetlerinden bu üslubun Hicaz ehlinin lügati olduğu ve özellikle de kelime sıfat olarak geldiğinde bunun sıkça yapıldığı anlaşılmaktadır.18 Meselâ Arapların هَذَا سِرٌّ مَكْتُومٌ ‘bu saklanan bir sır’ anlamında söyledikleri هَذَا سِرٌّ كَاتِمٌ sözleri bunun gibidir.
Bu değişikliğin Kur’ân’daki örneği ise خُلِقَ مِنْ مۤاءٍ دَافِقٍ “Atılan bir sudan yaratıldı” (Târık 86/6) âyetinde görülür. Buradaki دَافِقٍ kelimesinin مَدْفُوقٍ anlamında olduğu söylenmiştir.19 Çünkü sûredeki âyet sonları daha baştan itibaren fâil kalıbı üzere bitmektedir. Ayrıca ilgili kelimenin hemen öncesindeki مۤاءٍ kelimesiyle دَافِقٍ kelimesi de güzel bir ses uyumu arz eder. Âyet, öncesi ve sonrasındaki diğer âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde bu durum daha iyi anlaşılır.
وَالسَّمۤاءِ وَالطَّارِقِ (1) وَمۤا اَدْرَاكَ مَا الطَّارِقُ (2) اَلنَّجْمُ الثَّاقِبُ (3) اِنْ كُلُّ نَفْسٍ لَمَّا عَلَيْهَا حَافِظٌ (4) فَلْيَنظُرِ اْلاِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَ (5) خُلِقَ (Târık 86) مِنْ مۤاءٍ دَافِقٍ (6) يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرۤائِبِ (7)
Ferrâ, فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ “mizanları ağır gelenler, razı olacakları bir hayat içindedirler” (Kâria 101/6-7) âyetini de benzer bir kullanım olarak zikreder.20 Zira sûre baştan itibaren fâileh vezni üzere başlamakta, son dört âyet aynı vezinle tamamlanmaktadır. Râzıyeh, hâviyeh, mâhiyeh, hâmiyeh.
2-İsm-i Fâil Yerine İsm-i Mef’ûl Sîgası Getirilmesi
Cümlede siyâkın gereği olarak bazen de fâil yerine mef’ûl sîgası kullanılır ve bununla fâil anlamı kastedilir. Meselâ: وَاِذَا قَرَأْتَ الْقُرْاٰنَ جَعَلْنَا بَيْنَكَ وَبَيْنَ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاْلاٰخِرَةِ حِجَابًا مَسْتُورًا “Kur’ân okuduğun zaman seninle âhirete inanmayanlar arasına gizli bir perde çekeriz” (İsrâ 17/45) âyeti bunun gibidir.
Ayetteki مَسْتُورًا kelimesinin aslında ism-i fâil kalıbı üzere ساَتِرًا anlamına geldiği ifade edilmiştir.21 Ancak böyle denmiş olsaydı âyet sonlarının öncesi ile sonrası arasındaki uyum ortadan kalkardı. Çünkü öncesindeki âyet غَفُورًا , sonrasındaki âyet ise نُفُورًا şeklinde bitmektedir. Âyet öncesi ve sonrası ile uyum açısından مَسْتُورًا şeklinde ism-i mef’ul sîgasıyla getirilerek fonetik bir uyum sağlanmıştır: .... غَفُورًا (44) .... مَسْتُورًا (45) .... نُفُورًا (46)
3-Müfred Yerine Müsennâ veya Cemi Sîgası Getirilmesi
Âyetler arasındaki bu uyumun yukarıda zikredilenler dışında başka şekillerle de gerçekleştirildiği görülür. Bunlardan biri müfred kastederek kelimenin müsennâ veya cemi sîgasının kullanılmasıdır. Bunun Kur’ân’daki örneği ise اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبِيلِهِ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ “Kuşkusuz, Rabbin kendi yolundan sapanları da yola gelenleri de en iyi bilendir.” (Nahl 16/125) âyetinde görülür:
Burada cümle yapısı şayet mûtad üzere gelseydi, اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبِيلِهِ وَهُوَ اَعْلَمُ بِمَنَ اهْتَدٰى denmesi gerekirdi. Nitekim aynı ifadenin geçtiği Necm sûresinde, âyetin bu şekilde sona erdiği görülür: اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبِيلِهِ وَهُوَ اَعْلَمُ بِمَن اهْتَدٰى (30) “Kuşkusuz, Rabbin kendi yolundan sapanları da yola gelenleri de en iyi bilendir.” (Necm, 53/30)
Burada âyetlerin siyâk-sibakına baktığımızda Nahl Sûresi’ndeki yapının بِالْمُهْتَدِينَ şekline daha uygun olduğu; Necm Sûresi’ndeki yapının iseاهْتَدٰى şekline daha uygun olduğu görülür. Çünkü Nahl Sûresi’ndeki âyetlerin çoğu ûn veya în sesi ile bitmekte, Necm Sûresi’ndeki âyet sonları ise hep â sesi ile bitmektedir.
4-Müsennâ Yerine Müfred Sîgası Getirilmesi
Müsennâ yerine müfred sîgası getirilmesi bir önceki maddede açıklanan durumun tersinedir. Örneğin Allah Teâlâ’nın Âdem ve Havva (a.s.)’ı İblis’e karşı uyardığı فَقُلْنَا يۤا اٰدَمُ اِنَّ هَذٰا عَدُوٌّ لَكَ وَلِزَوْجِكَ فَلاَ يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقٰى “Dedik ki: Ey Adem! Bu sana ve eşine düşmandır. Sakın ola sizin ikinizi cennetten çıkarmasın. Aksi halde şakilerden olursun(uz)” (Tâhâ, 20/117) âyeti bunun gibidir.
Âyetteki uyarı Hz. Âdem ve eşine (iki kişiye) olmasına rağmen, âyetin sonundaki cevâbî fiil فَتَشْقٰى şeklinde müfred sîgası ile gelmiştir. Hâlbuki bu fiilin müsennâ formu فَتَشْقَياَ şeklindedir. Eğer o ikisinin şaki olacağı ifade edilecekseفَتَشْقَياَ denmesi gerekirdi. Fakat âyetin öncesi ve sonrasındaki âyetlerle uyumu dikkate alındığında müsennâ yerine müfred formun kullanılmasının daha uygun olduğu görülmektedir.22
... اَبٰى (116) ... فَتَشْقٰى (117) ... تَعْرٰى (118) ... تَضْحٰى (119)
Şayet âyet müfred yerine müsennâ sîgası ile sonlandırılmış olsaydı, üslup son derece ağır ve âyetlerde olması gereken edebî i‘câz ve belâgatten uzak olur ve âyet sonlarındaki uyum bozulurdu.
5-Cemi Yerine Müfred Sîgasının Getirilmesi
Arapların dildeki âdetlerinden biri de cemi yerine müfred sîgası kullanmalarıdır. Bu durumun Araplarda oldukça meşhur olduğunu görmekteyiz. Bunun Kur’ân’daki örneği اِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَنَهَرٍ “Müttakiler cennetlerde ve ırmak başlarındadırlar” (Kamer 54/54) âyetindedir.
Ferrâ bu âyetteki نَهَرٍ ‘nehir’ kelimesinin أنهار ‘nehirler’ anlamında olduğunu söyler.23 Ona göre bu âyet yine aynı sûrede yer alan سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَيُوَلُّونَ الدُّبُرَ “O topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklar” (Kamer 54/45) âyetine benzemektedir. Buradaki دُبُرَ kelimesi de أَدْبَارَ anlamındadır.24 Fakat âyetler arasındaki uyumu sağlamak için bu kelime cemi yerine müfred sîgasında gelmiştir.
6-Cemi Yerine Müsennâ Sîgası Getirilmesi
Dilde bir üslûp olarak Arapların âdetlerinden biri de cemi yerine müsennâ sîgası kullanmalarıdır. Bu da tıpkı yukarıdaki gibi Araplarda oldukça meşhurdur.
Bunun Kur’ân’daki örneği ise Rahmân Sûresi’ndeki وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ “Rabbinin makamından korkan kimseler için iki cennet vardır.” (Rahmân 55/46) âyetindedir.
يَطُوفُونَ بَيْنَهَا وَبَيْنَ حَمِيمٍ آنٍ (44) فَبِاَيِّ اٰلاۤءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ (45) وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ (46) فَبِاَيِّ اٰلاۤءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ (47) ذَوَاتۤا اَفْنَانٍ (48) فَبِاَيِّ اٰلاۤءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ (49) فِيهِمَا عَيْنَانِ تَجْرِيَانِ (50) فَبِاَيِّ اٰلاۤءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ (51)
Âyetteki cennetân kelimesi müsennâ sîgasıyla geldiği için daha sonra gelen zamirler de ona uygun olarak müsennâ sîgasıyla gelmiştir. Burada -doğrusunu Allah bilir- iki cennet kelimesiyle cennetler kastedilmektedir. Ancak cümle akışındaki uyumu sağlamak açısından müsennâ üslubu ile gelmiştir. Çünkü Araplar müsennâ kullanır ve bununla bazen müfred, bazen de cemi sîgasını kasteder.25 Bunun benzeri kullanımları zikrettiğimiz örnekler dışında başka yerlerde de görmek mümkündür.
Benzeri bir durum cehennemdeki bekçiler hakkında müsennâ sîgasının kullanıldığı اَلْقِيَا فِى جَهَنَّمَ “(ikiniz) cehenneme atın” (Kâf 50/24) âyetinde de görülmektedir. Buradaki القيا ifadesiyle -doğrusunu Allah bilir- aslında cehennem zebanileri kastedilmektedir.26 Bunlar da 19 melektir. (Bkz. el-Müddessir 74/30) Ancak hitâbın siyâka uygun olarak müsennâ sîgasıyla geldiği görülmektedir.
Sonuç
Kur’ân-ı Kerîm Arap lügatiyle nâzil olmuştur. Eğer Arapların kullandığı üslûba uygun bir şey Kur’ân’da varsa –ki bu durum daha başka üsluplar için de geçerlidir- bu, eşyanın tabiatına uygun olan bir durumdur ve bunda şaşılacak bir şey yoktur. Bu itibarla Arapların dildeki üslûplarından biri de müfred yerine müsennâ ve cemi sîgaları veya müsennâ ve cemi sîgası yerine müfred sîgası ya da cemi yerine müsennâ sîgası kullanmalarıdır.
Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz ki Kur’ân-ı Kerîm hem lafız hem de mânâ yönüyle mu’cizevî bir kelâmdır. Bu kelâmın lafzî güzellikleri elbette pek çok yönde kendisini gösterir. Takdîm-tehir, zikr-hazf, üslûp ve sîgalardaki değişiklikler bunların dikkat çekenleri arasındadır. Son ilâhî mesaj olan Kur’ân’ın lâfzî yönleri elbette bunlarla sınırlandırılamaz. Bizim burada zikrettiklerimiz bu konuyla ilgili ilk etapta göze çarpan örneklerden bazılarıdır. Kur’ân’daki lafzî uyum, hakkında çok yönlü araştırmalar yapılması gereken oldukça önemli bir konu olarak araştırıcıları beklemektedir.
Dipnotlar
1. Fasılalar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Kemâleddîn Abdülğanî el-Mürsî, Fevâsılu’l-Âyâti’l-Kur’âniyye, İskenderiye 1420/1999, el-Mektebu’l-Câmiiyyu’l-Hadîs; Abdullah Emin Çimen, “Kur’an’da Ritmik Yapı, Fasıla ve Uslûp Açısından Bir Deneme”, Dini Araştırmalar, cilt: 9, s. 27, Ocak-Nisan 2007, ss. 187-234;
2. Fâzıl Sâlih Sâmerrâî, et-Ta‘bîrul-Kur’ânî, Dâru’l-Kütüb, 1989, s. 195.
3. Siyak konusunda geniş bilgi için bkz. Ünver, Mustafa, Kur’ân’ı Anlamada Siyâkın Rolü, Samsun 1996.
4. İmîl Bedî‘ Ya‘kûb, Mîşel ‘Âsî, el-Mu‘cemü’l-mufassal fi’l-lüğati ve’l-i‘râb, I-II, Beyrut 1987, I, 448; Celâleddin Muhammed b. ‘Abdurrahmân el-Kazvînî,, el-Îzâh fî ‘Ulûmi’l-Belâğa, I-II, Kahire tsz. I, 135; Nusreddin Bolelli, Belâgat, İstanbul 2000, Rağbet Yayınları, s. 288-290.
5. Ahmet Yüksel, Arapça’da Harfi Cerler, Samsun, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilinler Enstitüsü, 1995, s. 8-9 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi); Mustafa Kurt, Arap Dilinde Cer Harfleri, İstanbul 1999, s. 57.
6. İlgili ayetler için bkz.el-En’âm 6/37 ve 65; el-İsrâ 17/99; Yâsin 36/81; el-Ahkaf 46/33; el-Kıyâme, 75/40.
7. Diğer örnekler için bkz. Bakare 2/ 284; Enfâl, 8/41
8. Bkz. en-Nisâ 4/133 ve 139; el-Furkan 25/54; el-Ahzâb 33/27; el-Fâtır 35/44; el-Fetih 48/21.
9. Tâhiru’l-Mevlevî, Edebiyat Lugatı, nşr, Kemal Edip Kürkçüoğlu, Enderûn Kitabevi, İst. 1973, s. 52.
10. Mevlevî, Edebiyat Lugatı, s. 184.
11. İbrahim Mustafa vd., Mu‘cemu’l-Vasît, İstanbul 1986, Çağrı Yay. s. 428; Mevlüt Sarı, Arapça-Türkçe Lügat, İstanbul 1982, Bahar Yayınları, s. 753.
12. Bkz. el-Ferrâ, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd, Me‘âni’l-Kur’ân, ‘Âlemül-Kütüb, I-III, Beyrut 1980, III, 260; Ayrıca bk. Derviş, a.g.e., 10/468.
13. Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (ö. 310/), Câmi‘u’l-Beyân ‘an Te’vîli’l-Kur’ân, I-XV, Beyrut-Lübnan 1408/1988, s. 15/173.
14. el-Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 297.
15. Ûn ve în sesi ile biten âyet sonlarındaki mütekellim yâ’larının hazfi için bkz., 2/40, 41, 152; 3/50, 175; 7/195; 12/60; 15/68, 69; 16/2, 151; 26/52; 21/25, 37, 92; 23/26, 39, 98, 99, 108; 26/12, 14, 62, 78, 79, 80, 81, 108, 110, 117, 126, 131, 144, 150, 163, 179, 29/56; 27/32; 28/33, 34; 36/23, 25; 37/56, 99; 39/16; 43/27, 63; 44/20, 21; 51/56, 57, 59; 71/3; 77/39;
16. Ahmed Nasif el-Cenâbî, es-Siyâku’l-Mûsîkî lil-Cümleti’l-‘Arabiyye ve Eseruhû fi Binâihâ, Mecelletu Âdâbi’l-Mustansırıyye, sy. 4. 1399/1979, s. 56-57.
17. Sâmerrâî, et-Ta‘bîrul-Kur’ânî, s. 197; Sâmerrâî, Es’iletun Beyâniyye fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Mektebetu’s-Sahâbe, Mısır, I. Baskı, 2008, s. 127.
18. Bk. Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, 15/43 ; Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 255; Ayrıca bk. Muhyiddîn Dervîş, İ‘râbu’l-Kur’âni’l-Kerîm ve Beyânuhu, Yemâme, Dâru İbni Kesîr, 3. baskı, 1992, 10/442.
19. el-Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 255
20. el-Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 255
21. Dervîş, İ‘râbu’l-Kur’ân, V, 450.
22. Dervîş, İ‘râbu’l-Kur’ân, VI, 256.
23. Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 111.
24. Dervîş, İ‘râbu’l-Kur’ân, IX, 390; Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 110.
25. Ferrâ, a.g.e., 3/78.
26. Buradaki hitabın çoğula olabileceği gibi müfrede hitap olabileceği de söylenmiştir. Bak. Dervîş, İ‘râbu’l-Kur’ân, IX, 290.