İlimleri Kur’ân’dan, Din’den ve imandan ayrı ve müstakil görmek bir tefrit, Kur’ân’ı müsbet ilimlerin peşinden koşturmak ve onu âdeta bir fizik, kimya, tıp, matematik, astronomi kitabı saymak da bir ifrattır.
Kur’ân bir hayat kitabıdır. İnsan hayatını nizama koymak için gelmiştir. Hedefi insandır. İnsanın hem dünyada hem de ahirette mutluluğudur. Kur’ân sadece bunlardan birini değil her ikisini de dikkate alır. Bu yüzdendir ki, onun bütün buyrukları fert ve toplum hayatının arızalarını giderme, eksiklerini tamamlama, aksayan yönlerini düzeltme, ıslah edip geliştirme ve kemâle erdirme istikametindedir. Bu açıdan baktığımız zaman Kur’ân-ı Kerîm’in iki mühim vasfı öne çıkar:
1. Hidâyet kitabı olması
2. Mucize bir kelâm olması.
O, i’caz yönleriyle kendisinin Allah kelâmı olduğunu ispat edecek, böylece kıyamete kadar bütün insanlığı hem kendine hem de kalbine inip dilinden döküldüğü Peygamber’e (sallallahü aleyhi ve sellem) iman ve itaate çağıracaktır. Hidâyet olması yönüyle de insanlara doğru yolu gösterecektir. Bu şekilde doğru yolu gösterme ise sadece tek açıdan değil veya tek sahada değil, bütün açılardan ve insanı ilgilendiren her sahada olacaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Şüphesiz ki bu Kur’ân en doğru yola iletir…” (İsrâ 17/9).
Bu âyet, aynı zamanda Kur’ân’ın ilmî keşifler, bilimsel ve teknolojik ilerlemeler sahasında da rehberlik etmesine ve en doğru yolu göstermesine işaret eder. Ancak İslâm âlimlerinin bu konudaki yaklaşımları arasında belirgin farklar olduğu görülmektedir.
Kur’ân-Bilim Münasebetine Yaklaşımlar
Konu, araştırmacıların oldukça dikkatini çeken ve üzerinde farklı değerlendirmelerin yapıldığı çok önemli bir mahiyet arz etmektedir. Bu alana ilgi duyan âlimlerin yaklaşımlarını tetkik ettiğimiz zaman, bunların temelde iki farklı kategoride ele alınabileceği anlaşılır:
A. Kur’ân-Bilim Münasebetine Mesafeli Duranlar
Kur’ân’ın indiriliş maksadını göz önünde bulundurarak, bilimsel ve teknolojik alanlardaki gerçekleri ifade etmenin Kur’ân’ın güttüğü gayeler arasında yer almadığı düşüncesinden hareketle bir kısım bilginler, bu tür bir yönelişe sıcak bakmamışlardır. Bu bilginlerin başında Ebu İshak İbrahim b. Musa eş-Şâtıbî (ö. 790/1388) gelmektedir. eş-Şatıbî “el-Muvâfakât” adlı eserinde Kur’ân’ın bilimlerle ilgisi noktasında görüşünü şu şekilde serdeder:
“... Bu şeriat ümmi bir şeriat olduğu ve ehline yani Araplara hitap ettiği hâlde, birçok kimse öncekilere ve sonrakilere ait tabiat, riyazât, hendese, mantık ve benzeri bütün bilimleri Kur’ân’a izafe etmekle haddi aşmışlardır. Oysa önceki anlattıklarımız dikkate alındığında bunun doğru olmadığı görülür. Çünkü Kur’ân’ı ve ihtiva ettiği bilimleri herkesten daha iyi bilen sahabe, tâbiûn ve tebeu’t-tâbiîn âlimleri, dünya ve ahiret hükümleri dışında Kur’ân’ın bütün bilimleri ihtiva ettiğine dair bize hiçbir görüş nakletmemişlerdir. Şayet bu konuda herhangi bir görüşleri bulunsaydı, onları bize bildirir, meseleyi açıklığa kavuştururlardı. Ne var ki, onlardan bize bu konuda hiçbir şey ulaşmamıştır; bu ise, söz konusu bu ilimleri bilmediklerini açık bir şekilde ortaya koyar. O hâlde onların bu ilimlerden habersiz olmaları, bilimsel görüş taraftarlarının iddia ettiklerinin aksine, Kur’ân’ın bu bilimleri ihtiva etmediğine delil teşkil eder. Kur’ân’ın bazı bilimleri ihtiva ettiği âşikârdır; ancak bunlar o devir Araplarının bildikleri bilimlerden ibarettir. Bunların dışındaki bilimler ise Kur’ân’da mevcut değildir.” 1
Açıklamalarına devam eden eş-Şâtıbî bu husustaki görüşünü şu şekilde neticelendirir:
"Gerekmeyen bir şeyi Kur'ân'a izafe etmek nasıl caiz değilse, aynı şekilde gerekli olan bir şeyi de inkâr etmek doğru değildir. Dolayısıyla Kur’ân’ın anlaşılması hususunda, bilhassa Araplara izafe olunan ilimlerle yetinmek gerekir ve ancak bu şekilde ondaki şer’i hükümlere ulaşılabilir. Kim bundan başka bir yolla Kur’ân’ı anlamaya kalkışırsa, onu anlamamış, Allah ve Resülü’ne yalan izafe etmiş olur.” 2
eş-Şâtıbî’nin bu ifadelerinden, onun, Kur’ân’ı sadece Araplara hitap eden ve ancak indiği zamanda Araplarca bilinen ilimleri ihtiva eden mahalli bir kitap olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır. Bu ise yanlış bir düşünce olup, Kur’ân’ın evrensel bir kitap olduğunu ifade eden âyetlere aykırı düşmektedir. Bu âyetlere göre Kur’ân bütün insanlığa hitap etmektedir. Arab’ın anlamadığını başkasının anlaması mümkündür. Hz. Peygamber’in, “Burada bulunan bulunmayana tebliğde bulunsun; çünkü kendisine tebliğ olunan birçok kimse dinleyenden daha anlayışlıdır.” sözü bu mânâda da yorumlanabilir. O hâlde Kur’ân’ı sadece indiği dönemin bilimini ve anlayışını aksettiren bir kitap olarak görmek; onu anlamamak, varmak istediği gayeden onu uzaklaştırmak demektir.
B. Kur’ân – Bilim Münasebetine Sıcak Bakanlar
Bunlar arasında bir kısım âlimler, Kur’ân-ı Kerîm’in istisnâsız bütün ilimleri ihtiva ettiğine inanmaktadırlar. Bunların anlayışlarına göre Kur’ân ve bilim bir tek gerçekten haber verirler. Gerçek ise kendisiyle çelişmez. Kur’ân ve bilimin, her ne kadar gerçekleri araştırmadaki metotları farklı olsa da, sonuçları itibariyle aynı noktada buluşmaları gerekir. Çünkü bunlar, tek kaynaktan fışkıran iki ırmak gibidirler. Bunların önde gelenlerine Gazalî, Süyutî ve Tantavî Cevherî örnek verilebilir.
Gazalî, bu konudaki görüşlerini şöyle dile getirir:
“Tüm ilimler Allah’ın sıfat ve fiillerine dâhildir. Kur’ân-ı Kerîm de Allah’ın zât, sıfat ve fiillerini izah etmektedir. Bu ilimlerin bir sonu yoktur. Kur’ân’da da bunların tamamına bir işaret vardır. Kur’ân’ın sırları, ilimde derinlik sahibi olanlara ancak bilgilerinin çokluğu, kalblerinin temizliği, dine eğilim gücü ve kendilerini buna adamaları nispetinde ortaya çıkar. Zîrâ insanlar anlama yönüyle, tefsirin zâhirini bilme hususunda müştereklik arz etmekle birlikte, bu yönden farklı derecelere ayrılırlar.” 3
Celâlettin Süyutî’nin bu husustaki görüşü de Gazalî’den farksızdır:
“Ben de ısrarla vurguluyorum ki, Allah’ın Kitabı her şeyi ihtiva etmektedir. Farklı ilim dallarına gelince, bunlar içinde aslî olan ne bir başlık, ne de bir mesele yoktur ki, Kur’ân’da buna delâlet eden bir şey olmasın. Yine Kur’ân’da yaratılmışların harikulâde yönleri, göklerin ve yerin hükümranlığı, ufukta ve toprağın altındaki her şey vardır.” 4
Asrımız müfessirlerinden Tantavî Cevherî ise, Müslümanların Hıristiyan Batı dünyası karşısında geri kalmalarını, genel olarak modern bilim dallarında, Kur’ân-ı Kerîm’in kendilerini ısrarla davet etmiş olduğu çalışma metotlarını terk etmiş olmalarına dayandırarak şöyle demektedir:
“Gerçekten de Allah Teâlâ Kur’ân’da, şeriat hükümlerinden daha çok diğer bilimleri ilgilendiren âyetler indirmiştir. Fıkıh ilminin sahasına açık olarak giren 150 kadar âyete mukabil; fizik, kimya, astronomi, biyoloji, psikoloji, antropoloji, sağlık, tıp gibi sahalara dair 750 kadar âyetle Kur’ân, insanları düşünme, inceleme ve araştırmaya teşvik etmektedir. Kur’ân’da diğer bilimlerle ilgili bu kadar çok âyetin bulunması, ilâhî iradenin, bu bilimlere yönelmesinin, fıkıh hükümlerine yönelmesinden daha çok olduğunu göstermektedir. Müslümanlar bu gerçeği anladıkları zaman felek, hesap ve hendese bilimlerini ve maden, bitkiler ve hayvanlar ile ilgili bilimlerle dünyada mevcut diğer bilimleri öğrenecekler ve bütün bunların dinden olduğunu göreceklerdir.” 5
Tantavî’ye göre, Kur’ân’ın bilimsel gerçekler ışığında tefsir edilmesinden beklenen çok önemli bir misyon vardır. Bu da “ümmet içinden tıp, zıraat, jeoloji, matematik, geometri, astronomi vb. bilim dalları ve sanat alanında batılıları geride bırakan kimseleri çıkarmasıdır.” 6
Kur’ân-bilim münasebetinde bizim de yaklaşımımız, özellikle içinde yaşadığımız asırda ve bundan itibaren gelecek asırlarda Kur’ân’ın ilmî i’câzının çok büyük bir önem taşıdığı yönündedir. Bu kanaatimizi, Kur’ân-bilim münasebeti açısından bir kısım ana noktalara işaret ederek şu şekilde izah edebiliriz:
1- Kur’ân-ı Kerim, bir hidayet ve i’câz kitabıdır. O, felsefe, matematik, tıp vs. gibi bir bilim kitabı olarak vahyedilmemiştir. O’nun gayesi insanları hidayete sevketmek, onlara dünya ve ahiret mutluluğunun yollarını göstermektir. İslâm dininin yegâne kaynağı olan Kur’ân, ele aldığı bütün konuları hep bu gayeyi gerçekleştirmek üzere “din dili” ile takdim etmiştir. Dolayısıyla onda, ne kendi zamanındaki ne de daha sonra gelen zamanlardaki değişik bilimlerin ıstılahlarını bulmak mümkün değildir. Bu, Kur’ân’ın bilimsel ve teknolojik gelişmelerle hiçbir münasebetinin olmadığı anlamına gelmez. O, özlü bilgiler, tohumdaki rüşeymler halinde bu tür gerçekleri ihtiva etmektedir.
2- Kur’ân’ın haber verdiği gerçeklerle bilimsel gerçekler arasında bir çelişkinin olması söz konusu olamaz. Çünkü Kur’ân, Allah Teâlâ’nın maddî mânevî bütün âlemlerde koymuş olduğu değişmez kanunların ve gerçeklerin sözlü ifadesidir. Bu bakımdan Kur’ân âyetlerine “kavlî âyetler” denmektedir. Bilimler de aynı şekilde Allah’ın kâinata koyduğu gerçeklerin tek tek incelenip ortaya konmasını ve teknolojik gelişmelerin sağlanması açısından insanların hizmetine sunmasını hedeflemektedir.. Kâinata konan bu gerçeklere de “fiilî âyetler” denmektedir. Dolayısıyla hem Kur’ân’ın hem de bilimlerin ele aldıkları konular belli bir oranda aynileşmektedir.
3- Kur’ân’ın Müslüman’a yüklediği temel sorumluluklar ve gerçekleştirmesini istediği birtakım hususlar bulunmaktadır ki, bunların tahakkuku bilimsel ve teknolojik araştırmalar ve deneysel metotlara bağlıdır. Bu bilimsel araştırmaların, Müslüman toplumun aktiviteleriyle, onun yeryüzündeki misyonunun tabiatıyla ve yine onun kâinat, hayat, dünya ve insanlık hakkındaki inançlarıyla çok yakın ilişkisi vardır. Kur’ân’ın öngördüğü bu temel prensipler ve onun dünya görüşü; bilimsel metotların, bilimsel gerçekler tarafından keşfedilen kanun ve sistemlerin kullanılmasını ve bunların uygulanmasını gerekli kılmaktadır. Kur’ân’ın bahsettiğimiz bu temel prensiplerini ve bunların bilimsel ve teknolojik araştırmalarla bağlantılarını şu şekilde izah edebiliriz:
a- Bunların birincisi “istihlâf” veya “hilâfet” prensibidir. Allah Teâlâ insanı kendi halifesi olarak yaratmış ve ondan yeryüzünde kendi adına hükmetmesini istemiştir. (bk. Bakara 2/30). Yani “Yarattıklarım arasında benim yerime icraatta bulunacak, adalet dağıtacak bir vekil var edeceğim.” Bu halifeler, Hz. Âdem ve mahlûkat arasında Allah’a itaat çerçevesinde hüküm ve adaleti icra eden kimselerdir. Kur’ân’ın insana yüklediği bu hilâfet görevinin yerine getirilebilmesi için bilimsel ve teknolojik çalışmalara zaruri ihtiyaç vardır. Dolayısıyla Müslümanlar, dünyanın, tabiatın ve kâinat sisteminin kanunlarını ortaya çıkarmak için bilimsel araştırma metotlarını ve metodolojileri kullanmadan halife olmanın fonksiyonlarını yerine getiremez ve bilim, teknik ve medeniyet alanlarında beklenen başarıyı sağlayamazlar
.
b- Kur’ân’ın öngördüğü hayatın ve düşüncenin temel prensiplerinden biri de, maddî ve rûhî ihtiyaçlar arasında kurulması gereken “denge”dir. Yüce Allah insanı özel ve ayrıcalıklı bir şekilde yaratmış, dünyayı da, nimetlerinden istifade etmek üzere onun emrine vermiştir. Bu bakımdan madde ile mânâ arasında denge iyi kurulmalıdır, değilse bunların birinin inkârı hâlinde dengesizlik ve kaos meydana gelir. Hâlbuki Kur’ân dengesizliği ve çelişkiyi bütünüyle yasaklamıştır. Kur’ân’ın maksadı, Rabbi tarafından kendine yüklenmiş vazifeleri yerine getirmeye muktedir, realite ile irtibatını sağlam kurmuş, her türlü eksikliklerden arınmış dengeli bir aksiyon insanı ortaya çıkarmaktır.
c- Kur’ân’ın kâinat ve hayatla ilgili olarak öngördüğü temel prensiplerden ve üzerinde önemle durduğu noktalardan biri de, “teshîr” yani dünyanın ve tabiatın insanın emrine verilmiş olmasıdır. Allah Teâlâ bunların kanun, sistem ve özelliklerini, insanoğlunun halife olarak yeryüzünde yapması gereken şeyleri gerçekleştirmesine ve olumlu ve aktif bir şekilde tabiatla iç içe olmasına uygun bir tarzda yaratmıştır. (bk. İbrahim 114/32-33; Lokman 31/20; Yâsîn 36/71-73).
İlgili âyet-i kerîmelerde insan ile kâinat arasındaki ilişkiyi ifade etmek üzere “teshîr”, “tezlîl” ve “temkîn” kelimeleri kullanılmıştır. Bu kelimeler, bu varlıkların insana boyun eğdiklerini ve onun hizmetine âmâde kılındıklarını en güzel bir tarzda ifade etmektedirler. Allah’ın emrine kayıtsız şartsız bağlı bulunan bu varlıklar, neticede insanın menfaati doğrultusunda hareket etmektedirler. Gezegenlerin nizam ve hareketlerine, yıldızlara, burçlara, dünyaya ve içindekilere baktığımızda; bulutları, suları, denizleri, hayvanları, rüzgârın esişini, bitki ve ağaçların gelişmesini tefekkür ettiğimizde, bunların hepsinin güvenilir hayat esasları çerçevesinde insana güzel yaşama unsurlarını temin etmek ve hazırlamak üzere hareket ettiklerini görürüz.
d- Varlık âleminde bulunan hayretengiz sistem ile bu sistemi Yaratanın varlığı arasında müthiş bir ilgi vardır. Kur’ân bu ilgiyi sürekli vurgular. Bilimsel incelemeler, bu ilginin net bir şekilde ortaya konması ve açıkça ifade edilmesi için birer âlet konumundadırlar. Sürekli intizamlı, kontrollü ve düzenli bir şekilde hareket eden kâinatın ve varlık âleminin, çok mukaddes, çok güçlü ve mutlak irade sahibi biri tarafından yaratılmış olduğu bilimsel formüllerle, matematik hesaplarla, pek çok delile ve sayısız bilimsel deneylerin sonuçlarıyla ispatlanmıştır. Böyle bir düzen tesadüfen kurulmuş olamaz. Dolayısıyla kâinatın, hayatın ve dünyanın sırlarını çözmeye devam ettiği sürece bilimsel araştırmaların, İslâmî hayatın ayrılmaz bir parçası olarak devam etmesi gerekir. Çünkü bu araştırmalar insanı, kâinatın yaratıcısına götürür, bu sebeple bu tür araştırmalar bizatihi ibadet sayılır.
Kur’ân’ın ortaya koyduğu bu dört temel prensibin ve buna benzer diğer prensiplerinin gerçekleştirilmesi için, tabiî, sosyolojik, psikolojik bütün bilim alanlarında bilimsel araştırmalar yapılmalı, bilimsel gerçeklere ulaşılmalı ve bunlar hayatın değişik alanlarında uygulamaya konmalıdır.
Sonuç
Kur’ân’ın bilimsel ve teknolojik gelişmelerle ilişkisinin kurulmasında şu noktaya dikkat edilmelidir: Bilim ve teknolojiyi Kur’ân’dan ayrı ve uzak görmek bir tefrit olduğu gibi, Kur’ân’ı bilimlerin peşinden koşturmak ve onu âdeta bir fizik, kimya, tıp, matematik, astronomi kitabı saymak da bir ifrattır. Aynı şekilde Kur’ân’ın hiçbir bilimsel gerçekle ilgisi olmadığını söylemek bir tefrit olduğu gibi, âyetlerin bilimsel gelişmelerle yorumunda, Allah Teâlâ’nın o mânâyı kastedip kastetmediği bilinmezken, “Bu âyetlerden maksat kesinlikle şudur.” şeklindeki ifadeler de bir ifrattır.
Kur’ân’ı, değişip duran bilimlerin değişik seviyesiyle bir görmek, hattâ henüz ispatlanamamış bilimsel teorileri Kur’ân’a şahit yapmak ve Kur’ân âyetlerini bu bilimsel buluş ve nazariyelere tatbik etmek ve aralarını te’life çalışmak yanlış bir tutumdur. Bu konuda yorumcuların oldukça dikkatli olmaları gerekir. Çünkü bilim ve fenler devamlı değişmekte, bugün doğru kabul edilen çok şeyin, yarın yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Sürekli yeni nazariyeler üretilmekte ve bir bilim adamının gerçek diye takdim ettiğini bir başkası pekâlâ çürütebilmektedir. Hâlbuki Kur’ân’ın ifade ettiği hakikatler, sabit, değişmez, yanılmaz ve ebedîdir. Bu bakımdan yapılması gereken şey, Kur’ân’ın bilimsel gelişmelere değil, bilimsel gelişmelerin Kur’ân’a uygunluğuna bakılmasıdır. Bilimsel gelişme ve buluşları Kur’ân’ın arkasından koşturmalıyız. Bilimsel ve teknolojik gelişmelere ışık tutan âyetleri yorumlamaya çalışırken, daha başka ihtimalleri de dikkate alarak ihtiyatı elden bırakmamak lâzımdır.
Dipnotlar
1. eş-Şâtıbî, Ebu İshak, el-Muvâfakât fî usûli’ş-şerî’a, Mısır, 1975, II, 79-80.
2. eş-Şâtıbî, age., II, 81-82.
3. Bk. Gazali, İhya, I, 296-300.
4. Suyuti, İtkân, II, 129.
5. Cevheri Tantavî, el-Cevâhir fî tefsîri’l-Kur’ân, Mısır, 1931, I, 7-8.
6. Cevheri age, I, 3.