Dünyamız globalleşiyor, iki kutuplu dünyamız tek kutuplu oldu. Bunun getirdiği siyasi, kültürel sıkıntılar, genel ölçekte dünyayı etkiliyor. Böyle bir zamanda genel anlamda ülkelerin, küçük ölçekte de insanların birbiriyle daha samimi ve dostane ilişkiler kurmasında zaruret var. Yazımız, hoşgörünün tesisinde Kur'ân eksenli çözüm teklif ediyor.
Her şeyden önce daima aynı kalan, asıl itibariyle hiçbir zaman değişmeyen ve Kur'ân-ı Kerîm'le olgunluk zirvesine ulaşan vahiy kaynaklı evrensel dine, bizzat Allah Teâla tarafından İslâm adı verilmesi bile bu dinin ne derece müsamaha ve hoşgörü dini olduğunu anlatması bakımından son derece önemlidir. Zira sözlükte İslâm; emniyet, güven, boyun eğme, itaat, ihlas, samimiyet, doğrudan ayrılmamak, şaşırmadan yolun ortasından yürümek gibi anlamlarının yanında, hoşgörü ile doğrudan alakalı; sulh, barış, anlaşma, uzlaşmagibi anlamları da ihtiva etmektedir.
Başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere diğer bütün semavî kitapların insanlığa tebliğ edilmesi, varlığın sahibi yüce Allah'ın varlık içinden seçerek, bu semavî kitaplarla ve ilâhî elçiler aracılığıyla insana hitap etmesi, insanoğlunu muhatap kabul etmesi de başlı başına insana verilen değerin açık ve net bir göstergesidir.
Evrensel İslâm'ın en son ve en mükemmel şekli ile insanlığa tebliğ edildiği ilâhî mesaj Kur'ân-ı Kerîm de birçok âyetleriyle insana verilen değeri, insanın varlık içindeki üstün konumunu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu husus Kur'ân'ı okuyan ve tetkik eden herkes için inkâr edilemez bir gerçektir. Vakıanın da tasdik ettiği gibi Kur'ân'a göre insanoğlu; mükerrem, şerefli, ikrama en çok mazhar kılınan bir varlık olarak yaratılmış ve varlıkların pek çoğundan üstün kılınmıştır. İster maddî şekil veya yüz güzelliği (fizyolojik açıdan) olsun, ister manevî özellikleri, fıtrî yetenekleri bakımından olsun; varlık içinde en üstün, en güzel yaratılış insana verilmiştir. Yiyeceklerin en güzeli ve en temizleri de rızık olarak insana verilmiştir. Yer yüzünde ve göklerde olan herşey insan için yaratılmış, insanın hizmetine ve emrine sunulmuştur. Bütün bu ve benzeri üstün yaratılış özellikleri sebebiyle insanoğlu hilafete, yer yüzünde Allah adına tasarrufta bulunmaya memur ve izinli kılınmış, ondan bu dünyada adaleti, hak ve hukuku, güzel ahlâkı, gerçek insanlığı sergilemesi istenmiştir. İlim ve öğrenme kabiliyeti sebebiyle fıtrat olarak cinleri ve hattâ melekleri bile geçen bir konuma sahip olmuş, halifeliğine uygun bir hayatı gerçekleştirmesi için de gerekli bütün şartlar, imkân ve kabiliyet kendisine verilmiştir.
İnsan nevi söz konusu üstün konumuna rağmen yaratılan bir varlık olması hasebiyle ancak sınırlı bir ilme ve sınırlı imkânlara sahiptir. Diğer birçok varlıklardan farklı olarak belli bir sınır konulmayan duygular sahibi bir fıtratla beraber hem iyiye hem de kötüye meyledip ikisinden birini yapma kabiliyetine sahip oluşu sebebiyle de her an şerre düşmeye, günah işlemeye müsait bir yaratılışı vardır. Bununla beraber Allah Teâla insanı başıboş, kendi hâlinde bırakmamıştır. Yüce Allah'ın insanoğluna, şeytanla beraber yer yüzüne indirilme safhasında vaad ettiği gibi her zaman elçileri vasıtasıyla ilâhî hidayet rehberi göndererek insanlığa hidayeti, doğruyu göstermiştir ki, bu da insana gösterilen paha biçilmez bir lütuf ve rahmetin başka bir göstergesidir.
Kur'ân-ı Kerîm'in haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın haram kıldığı bir cana kıymayı kesin olarak yasaklaması, hattâ bir can karşılığı yahut yer yüzünde bir fesat çıkmasından dolayı olmaksızın birini öldürmeyi âdeta bütün insanlığı katletmiş gibi sayması, tam aksine bir insanın hayatının kurtarılmasını da bütün insanların hayatının kurtarılması gibi göstermesi, İslâm Dini'nin anayasası hükmündeki bu yüce kitabın insana verdiği yüksek değeri göstermesi bakımından fevkalâde önemlidir.
Hz. Peygamber (sav) de insanın dokunulmazlığı konusunda, Veda Hutbesi'nde şu tarihî ifadelere yer vermiştir:"Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir (dokunulmazdır); her türlü tecavüzden korunmuştur."
İlmî kaynaklar ve yaşanan tarih bize gösteriyor ki, temelini Kur'ân ve Sünnet'in teşkil ettiği İslâm Hukuku'nun gelmesiyle, daha önce var olan ilkel hükümler ortadan kaldırılmıştır. Aristo'nun "İnsanlar iki grup hâlinde doğarlar; birisi hizmet edilenler yani hürler, diğeri ise hizmet edenler yani hizmetçiler ve köleler" sözünden ilham alan Batı Medeniyeti yerine, insanı ahsen-i takvîm suretinde yaratılmış ve yer yüzünde Allah'ın halifesi, mükerrem bir mahluk olarak gören İslâm Medeniyeti tesis edilmiştir.
İslâm'da insanlar hukukta, kanun önünde de eşit sayılmışlardır. İslâm nazarında her insan Allah'ın kuludur ve hepsi aynı tabiî haklara sahiptir. İslâmiyet sınıf farklarını kaldırmış ve bu farklara dayanan bütün gurur ve kibirleri kırmıştır... Hangi ırka, hangi sınıfa mensup, hangi mesleğe, hangi rütbeye sahip olursa, olsun her insan, insan olmak bakımından birtakım eşit haklara sahiptir. Ancak Allah katında insanlardaki üstünlük ölçüsü sadece takva kabul edilmiştir. Hz. Peygamber (sav) de söz konusu gerçekleri Veda Hutbesi'nde şöyle ifade buyurmuşlardır: "Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz birdir. Hepiniz dem'den türemiş bulunuyorsunuz. dem ise topraktan yaratılmıştır. Allah katında en mükerrem ve makbul olanınız, O'ndan korkup çekineninizdir. Arab'ın Arap olmayan üzerinde herhangi bir üstünlüğü yoktur; varsa bu, takva yönündendir..."
Bu ve benzeri İslâmî prensipler neticesidir ki, Hz. Peygamber'den bu yana İslâm devletlerindeki başkan ve yöneticilerin hepsi hukuk önünde sıradan vatandaşlar gibi eşit sayılmışlardır. Hukuk önünde âmir ile memur, zengin ile fakir, soylu ile halktan birisi, akraba ile yabancı bir kabul edilmiştir. İslâm Tarihi konu ile ilgili sayısız örneklerle doludur.
Bizzat Asr-ı Saâdet'te vuku bulan bir hırsızlık olayı karşısında Resûlullah'ın takındığı tavır ve kararlı ifadeleri bu konuda en çarpıcı bir örnektir. Olay şöyledir: Mahzûmî'lerden bir kadın her nasılsa hırsızlık yapmış, Kureyş ileri gelenleri eşraftan birine mensup olan bu kadının ceza görmeyerek affedilmesini istemişti. Bu amaçla Hz. Peygamber'in (sav) çok sevdiği Üsame'yi kendisine şefaatçi göndermişlerdi. Hz. Peygamber, Üsame'ye şu cevabı vermişti:
"Ey Üsame! Sen Allah'ın kanunlarını tadil etmek mi istiyorsun?... Önceki milletler de tarafgirliklerinden dolayı helâk olmuşlardır. Onlar fakirler üzerinde en şiddetli cezaları tatbik ederler, nüfuzlu ve zengin olanları cezadan kurtarırlardı. Allah'a yemin ederim ki: Kızım Fatıma da hırsızlık etseydi onun da elini keserdim."
Hz. Ömer (r.a)'in hilafeti döneminde Mısır valisi olan Amr b. el-Âs'ın bir oğlu, Mısır yerlilerinden bir Kıbtî'yi haksız yere dövmüştü. Şikâyet üzerine Hz. Ömer, Hz. Amr'ın yanında ve herkesin önünde aynı Kıbtî'nin eliyle kamçılattırmış ve vali baba ile oğluna hitaben: "Analarından hür doğdukları hâlde insanları ne zamandan beri köle kıldınız." diyerek azarlamıştır.
Yine Hz. Ömer (r.a) döneminde Sûriye'nin kalburüstü reislerinden prens mertebesindeki Cebele b. el-Eyhem el-Gassânî Müslüman olmuştu. Kâbe'yi tavaf ederken biri kazara onun harmanisine basınca Cebele dönüp adama bir tokat attı. Adam da ona bir tokatla mukabele edince Cebele çok hiddetlendi. Hz. Ömer'e giderek şikâyette bulundu. Halife hikâyeyi dinledi ve bunu hak ettiğini söyledi. Hayretten ağzı açık kalan Cebele çok yüksek bir aileye mensup olduğunu, onlara kabaca davrananın, kim olursa olsun ölümle cezalandırıldığını söyleyince, Hz. Ömer, bunun cahiliye devrinde böyle olduğunu, ancak İslâm'ın insanlar arasında seviye farkı gözetmediğini bildirdi. Cebele, eğer İslâm asillerle avam arasında hiçbir fark gözetmiyorsa İslâmiyet'e veda edeceğini söyledi ve o zaman Bizans İmparatorluğu'nun merkezi olan Kostantiniyye'ye (bugünkü İstanbul) kaçtı. Tabiatıyla Hz. Ömer hiçbir prens için İslâm'ın kanunlarını değiştirecek değildi.
İslâm Tarihi'nde tarafsız adalet örneklerinden birisi de bizzat Hz. Ömer'in ailesi içinde vuku bulan olaydır ki, oğlu Ebu Şahme bir gün şarap içmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer onu bizzat kendi eliyle ve seksen kamçı darbesiyle cezalandırmış, neticede delikanlı duyduğu mahcubiyet ve acıdan ölmüştü.
İslâm Tarihi'nde sayısız örneklerini bulabileceğimiz bu ve benzeri olaylar gösteriyor ki, İslâm nazarında her insan Allah'ın kuludur. Kanun önünde eşit haklara sahiptirler.
Ancak İslâmiyet insanlar arasında insan olarak eşitlik prensibini kabul etmekle beraber, şahsî meziyet, ilim ve rütbece aşağı tabakada olanın daha yukarıdakilere yapması gereken hürmeti de kaldırmış değildir. İslâm dini bir taraftan böyle bir eşitlik tesis ederken diğer taraftan büyüklere ve "Evliya-i Umûr" dediğimiz amirlere ve idarecilere itaatin vacip olduğunu da en kesin bir ifade ile bildirmiştir. Allah'a ve Peygamber'e itaatin yanında onları da zikretmiştir.
İslâm Ahlâk Dinidir
İslâm hoşgörü dini olduğu gibi aynı zamanda bir ahlâk dinidir. Müslümanlık ahlâk demek, Müslüman da en olgun ve en faziletli bir insan demektir. İslâm'ın mü'mine yüklediği ahlâkî vazifelerin hepsi imanla yakından ilgilidir. İnancın temeli olan tevhidle alakalıdır. İslâm'da ahlâkî görevlerle imanı birbirinden ayırmak mümkün değildir.
İslâm'da ahlâkî hiçbir emir yoktur ki, dinin esas temeli olan iman ile sıkı bir alâkası olmasın. Allah'ın birliğini kabul etmek nasıl imandan bir cüz ise, bu olmadıkça bir insan nasıl mü'min sayılmazsa, insanlara zarar verecek şeyleri ortadan kaldırmak, meselâ; yolun ortasındaki bir taş parçasını, bir çalıyı kaldırıp bir kenara atmak da imandan bir cüzdür. İmanın kemalindendir. Meselâ, "Sizden biriniz, kendisi için arzu ettiği bir şeyi kardeşi için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz." Bu hadis vb. daha birçok hadis-i şerif de aynı gerçeği açıkça teyit etmektedirler.
İslâmiyet gerçekten hoşgörü müsamaha ve tolerans dinidir.
Çünkü her vesile ile yumuşaklığı, affetmeyi, iyiliği, hüsn-ü muameleyi, hüsn-ü zannı, merhameti, kardeşliği, muhabbeti... v.s. her türlü güzel ahlâkı emredip tavsiye eden bir dini; hoşgörü, müsamaha v.b. vasıflardan başka şeylerle tavsif etmek mümkün değildir. Müntesiplerine daima zoru değil, kolayı; nefret ettirmeyi değil, müjdeyi tavsiye etmiştir. İnsanlara güçlerinin yetmeyeceği, fıtratlarının kaldıramayacağı şeyi asla yüklememiştir.
Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, bizzat kendi ifadesiyle gerek onu tebliğ eden Hz. Peygamber (sav)'e, gerekse insanlığa sıkıntı olsun, insanlığı zora koşsun diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt, yeri ve gökleri yaratandan rehber kitap olsun diye indirilmiştir.
Şüphesiz hoşgörü, müsamaha ve yüksek ahlâk örnekleri İslâm Peygamberi'nin de hayatını süslemektedir. Kur'ân, hakkında; "Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzerindesin." hükmüne yer vermiştir. Resûlullah bir hadislerinde; "Ben ancak mekârim-i ahlâkı tamamlamak için gönderildim."buyurmuşlardır. Gerçekten O'nun örnek hayatı, İslâm'ın hoşgörü özelliğinin ve İslâm'daki yüksek ahlâkın bir yansıması, müşahhas bir modeli olmuştur. Bu gerçeğin çarpıcı örneklerinden birisi olarak Mescid-i Nebevî'ye gelen bir bedevînin, Mescid'in bir köşesine bevletmesi hâdisesi karşısındaki O'nun üstün ahlâk ve hoşgörülü tavrını göstermek mümkündür. İşaret edilen hâdise karşısında bağrışan ve bedeviye ilişmeye kalkışan sahabe-i kirama karşı: "Onu bırakın, sonra bevlinin üzerine bir kova su dökün. Zira siz güçlük değil, kolaylık göstermekle görevlisiniz." buyurarak, hiçbir tatsızlığa ve kırgınlığa meydan vermeden olayı çözüme kavuşturmuştur.
Hz. Peygamber (sav) düşmanlarına karşı bile çok müsamahakâr davrandığı içindir ki, çok defa Allah'ın ikazına muhatap olmuştur. Kendisine ve yakınlarına karşı işlenmek istenen alçakça cinayetlerin faillerini affettiğine dair sahih haberler vardır. Meselâ, Bedir Savaşı'ndan sonra kendisini öldürmeye gelen Kureyş elçisini; Hayber'de kendisini zehirlemek isteyen bir Yahudi kadını ve Hicret esnasında, hamile olan büyük kızı Zeyneb'i; şiddetli bir şekilde iterek çocuğunu düşürmesine sebep olan bir başkasını affetmiştir. Masumiyeti Kur'ân'la tescillenen zevcesi Hz. Aişe hakkında iftirada bulunanları da bağışladığı bilinmektedir. Böylece Kur'ân'ın; "Biz seni ancak âlemlere rahmet olsun diye gönderdik." hükmünü de fiilen ispat etmiştir.
Bütün bu ve benzeri açık gerçeklerle beraber, insanlığa, konumuna lâyık bir çizgiye hidayeti iddia eden rahmet dini İslâmiyet hakkında olumsuz kanaatleri taşımanın haklı ve geçerli bir temelinin bulunacağını söylemek mümkün değildir.
Batılılar nazarında İslamiyet
İslâm bazı Avrupalı yazarların iddia ettiği gibi diğer dinlere karşı lâkayt; Müslüman da enaniyeti sebebiyle Müslüman olmayan birisinin dalalete düşmesi veya hidayete ermesi, said veya şaki olması, Cennet'e veya Cehennem'e gitmesi karşısında sorumsuzluk sergileyen bir tavır içinde asla değildir. Aksine İslâm, diğer bütün dinlere mensup olanları ve bütün insanlığı daima hakka, iyiliğe, hidayete çağırmıştır ki, tarihin her devrinde aynı olan, değişmeyen bu çağrı (davet) karakteri İslâm'ın en belirgin özelliği olmuştur. Çünkü İslâm'da davet, hakkı tebliğ görevi farzdır. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâla, Peygamber'ine; "(Ey Peygamber!) Sen kâfirlere itaat etme ve onlara karşı Kur'ân'la bütün gücünü kullanarak mücâdele et" âyetiyle Kur'ân mesajını insanlığa ulaştırmasını ve bunu yaparken de son derece gayret sarfetmesini, en güzel bir yolu seçmesini emretmektedir. Yine Kur'ân, "Allah'a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır?" âyetiyle de inananları söz konusu çağrıyı yerine getirmeye teşvik etmektedir. Hattâ insanlığın kurtuluşunu bu tebliğ ve davet görevini yerine getiren iman erlerine bağlamaktadır ki; "Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten nehyeden bir topluluk oluşsun. İşte asıl kurtuluşa erenler bunlardır." ve "İnsan muhakkak hüsrandadır. Ancak iman eden, güzel işler yapan ve birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler böyle değildir." âyetleri bu gerçeği açıkça ifade etmektedirler.
Diğer taraftan birçoklarının iddia ettiği gibi İslâm; kendisinden olmayan insanları kılıçtan geçirmeyi esas kabul eden, şiddet taraftarı veya kana susamış bir din değildir. Bütün insanlara Müslüman olmayı farz kılıp Dünya'da yegâne din İslâmiyet olsun gibi bir gaye de gütmemektedir. Böyle bir gaye Kur'ân felsefesine ve İslâm'ın değişmez çizgisine aykırıdır. İslâm Tarihi'ne bakıldığı zaman yer yüzünde tek bir dini hâkim kılmak için yapılan her türlü iyi niyetli gayretin sonuca ulaştırmayan gayretler olacağını, hattâ böyle bir gayretin Sünnetullah'a karşı koyma ve lemlerin Rabbı'na karşı âdeta bir direnme olacağını tecrübe ile öğrenenlerin ilki şüphesiz Hz. Peygamber (sav) olmuştur. Çünkü O, peygamberliğinin ilk yıllarında İslâm'a, Kur'ân'a olan samimi ve hâlis imanı sebebiyle herkesin, en azılı inkârcı ve müşriklerin bile iman etmesini, İslâm olmasını arzu etmekte idi. Ancak Allah tarafından böyle bir arzunun gerçekleşmesinin imkânsız olacağına dair müteaddit defalar ikaz ve uyarılara muhatap kılınmıştır. Konuyla ilgili olarak, "Eğer Rabbın dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa işte ihtilaf edip durmaktadırlar."
"Ne kadar istersen iste, insanların çoğu iman etmez.", "Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunan herkes, topyekün iman ederdi. Hal böyle olunca sen insanları mü'min oluncaya kadar zorlayıp duracak mısın?", "(Ey Muhammed!) Sen, sevdiğin kimseye hadayet edemezsin. Fakat Allah dilediğine hadayet eder...", "İman etmiyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin." gibi âyetleri hatırlamak, bu kesin gerçeği anlamak için yeterli olacaktır.
Eğer Allah İsteseydi
Allah Teâla'nın insanlar için din ve inanç konusundaki kanunu -imtihan sırrının gereği olarak- bu olunca, Kur'ân'ın açık ve kesin diğer bir kaidesi olan ve âyet-i kerîmede "Dinde zorlama yoktur." şeklinde ifadesini bulan inanma hürriyeti kaidesi doğmuştur.
Az önce meallerini verdiğimiz âyet-i kerîmelerden açıkça anlaşıldığı gibi ilâhî takdir gereği "İnsanlar arasındaki ihtilâflar daima var olacaktır." Binaenaleyh vicdanları baskı altında tutmak ve inanma hürriyetini engellemek bir yana, İslâm; bu hürriyetin gelişmesine mani olup onu güç durumda bırakanlara şiddetle muhalefet etmiştir. İşte din hürriyetine engel teşkil eden güçleri ortadan kaldırmak gibi yüce bir fikir, İslâm mücahitlerinin yegâne ilham kaynağı olmuştur.
Kur'ân'ın insanlığa tanıdığı inanma hürriyeti ile ilgili olarak şu noktayı da unutmamak gerekmektedir. O da şudur ki, şayet Allah Teâla dileseydi melekleri, canlı ve cansız bütün varlıkları emirlerine, fıtratlarına uygun bir çizgide hayat sürmeleri için ister istemez boyun eğdirdiği gibi; insanları da şüphesiz yaratılış gayelerine uygun olarak tevhide, bir Allah'a inanıp, O'na boyun eğmeye, O'nun dini istikametinde yaşamaya mecbur bırakabilirdi. Muhakkak ki, Allah (cc), varlığın sahibi olarak bunu yapmaya da kadirdir. Ancak insanın yaratılış hikmetine binaen yüce Allah böyle bir şey yapmamış, yapmayı da irade etmemiştir. İnsanlığı din ve inanç konularında hür bırakmıştır. Çünkü hürriyet mefhumu insanla ilgili değerlerin en başta gelenlerinden birisidir.
Din ve inanç konularındaki hürriyet gibi, genel anlamdaki hürriyetin de; insanın maddî-manevî gelişme ve olgunlaşmasında, fert ve toplum olarak şahsiyet kazanmasında, huzur ve mutluluğa ermesindeki önemli rolü inkâr edilemez. Çünkü hürriyet, rekabet ve yarış hislerini uyandırarak insanları harekete, gayret ve çalışmaya sevketmektedir. Böylece insanın duygu ve kabiliyetleri gelişerek maddî ve manevî sahalardaki terakkinin gerçekleşmesini netice verir.
Hürriyet ortamında insanlar çalışma ve gayretlerine göre maddî sahadaki hak ettikleri farklı konumlara layık görülürken; manevî, dînî sahada da yine gösterdikleri gayret ve yaptıkları hayırlı işlerine göre Allah katındaki daimi konumlarına, farklı derecelerine oturtulurlar. Böylece insan için bu âlemde açılmış olan imtihan sırrı da gerçekleşmiş olur.
Tabiatıyla burada asıl bizi ilgilendiren din ve inanç konusundaki hürriyettir. Şayet insanlar bu anlamda hür olmasalardı, ya hepsi cebren küfre düşürülerek zulme, adaletsizliğe uğramış olacaktı, ya da cebren bütün insanlık Allah'a inanmaya zorlanarak farklı ruhlar, kabiliyetler ve farklı gayretler eşit sayılmış olacaktı ki, netice itibariyle haksızlık ve adaletsizliğe sebep olacak, imtihanın bir anlamı kalmayacaktı. Tabiatıyla mesuliyetin de bir anlamı kalmazdı. Bu da Ahsen-i Takvîm suretinde yaratılıp kemâle yükselmede melekleri bile geçebilecek, düşüşte Esfel-i Safilin'e (aşağıların en aşağısı bir mertebeye) veya hayvanlar seviyesine hattâ hayvanlardan da aşağı mertebelere düşebilecek kabiliyet ve donanımdaki insanın yaratılış hikmetini anlamsız hâle getirecekti. Böyle bir anlamsızlık da şüphesiz her türlü noksanlıktan ve abesiyetten münezzeh olan Allah'ın isim ve sıfatlarına ters bir tezahür olurdu ki, Allah Teâla için böyle bir durumun düşünülmesi muhaldir.
Bu sebepledir ki, insan için inanma hakkı en derin rûhî bir ihtiyacın ifadesi ve vicdanımızın hakkıdır. Böyle olduğu içindir ki, buna "vicdan hürriyeti" de denir. Buradan da şunu anlıyoruz ki, Avrupa'da ancak 17. yüzyılda felsefî bir sistem olarak çıkan "Laiklik" prensibi ve onun sonucu olan din ve vicdan hürriyeti, İslâm dünyasında çok daha önce uygulamaya konulmuştur. Daha önce de örneklerini gördüğümüz gibi Kur'ân-ı Kerîm'de din ve vicdan hürriyeti ile alâkalı pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır.
Meselâ bunlardan; "Biz onu, Kur'ân olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık; ve yine onu peyderpey indirdik. (Ey Muhammed!) De ki; siz ona ister inanın, ister inanmayın ...", "(Ey Muhammed!) De ki, hak Rabbınızdan gelmiştir. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin..." mealindeki âyetler de inanç hürriyetini göstermektedir. Ancak gerek Kehf sûresindeki kısmen mealini verdiğimiz âyetin devamında ve ondan sonra gelen 30. âyet-i kerîmede ve gerekse Kur'ân'ın diğer birçok âyetlerinde imanla küfürden ibaret her iki çizginin mutlaka tabiatlarına uygun bedellerinin olacağı da ısrarla hatırlatılarak insanlık uyarılmaktadır.
İslâm'da inanma hürriyeti o kadar kesindir ki, peygamberlerin bile iman konusunda zorlama yetkisi yoktur. Binaenaleyh bir rahmet peygamberi olarak Hz. Peygamber (sav); kâfirlerin, müşriklerin veya genel olarak bütün insanların iman etmesini şiddetle arzu edip hırs gösterdiğinde veya onların inkârda ısrar etmelerine üzüldüğünde, kendisinin sadece tebliğle ve insanları uyarmakla mükellef olduğu, onların inkârlarına üzülerek kendisini harap etmemesi gerektiği açıkça hatırlatılmış, defalarca uyarılmıştır.
İnsanlık tarihinde vahiy kaynaklı dinin tebliğinde, temel prensipler itibariyle ve özde aynı olan evrensel İslâm'ın insanlığa ulaştırılmasında bütün peygamberlerin konumu aynıdır. Hepsinin görevi sadece Allah'tan aldıkları vahyi en güzel bir şekilde insanlardan herhangi bir ücret beklemeden insanlığa ulaştırmalarıdır. Yoksa insanlar istemediği hâlde vahyi zorla kabul ettirmek değildir. Bütün devirlerde insanlık ilâhî vahyi kabul edip etmeme konusunda hür bırakılmıştır.
Ancak burada şunu da açıklıkla belirtmek gerekir ki; İslâm'da insanın her aklına geleni ve arzu ettiği herşeyi yapması demek olan "mutlak hürriyet" yoktur. İslâm'daki hürriyet mefhumu ile Batıdaki ve günümüzdeki hürriyet mefhumu çok farklıdır. Günümüz hak ve hürriyet beyannamelerinde hürriyet, "Başkasına zarar vermeyen herşeyi yapabilmektir." şeklinde tarif edilirken İslâmiyet 14 asır önce hürriyeti, "Ne kendisine ne de başkasına zarar vermemek şartıyla meşru dairede istediğini yapmaktır." şeklinde tarif etmiştir.1789 tarihli Fransız "İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi"nin dördüncü maddesinde yer alan ve Montesquieu'nun fikirlerinden mülhem olan Batılı hürriyet anlayışı ile İslâm Hukuku'ndaki hürriyet anlayışı arasında, görüldüğü gibi açık fark vardır.