GİRİŞ
Kur'ân-ı Kerîm, hakkında herhangi bir şüphe olmayan (Bakara/2: 2), ne önünden ne de arkasından batılın yanaşamadığı (Fussılet/41: 42), sözce ondan daha doğrusunun bulunmadığı (Nisa/4: 87, 122); Allah katından, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye (Sad/38: 29) insanlığın anlayış seviyesine uygun, ancak ulûhiyete de yakışır, mu'cîz bir üslûp ve ifade ile insanlığa nüzul eden, daha birçok üstün sıfatlarla nitelenmiş en son ilâhî kitaptır. O, ısrarla meydan okumasına rağmen ins ve cinnin herhangi bir şekilde benzerini getirmeye asla güç yetiremediği ve yetiremeyeceğine dair kesin sonucu peşinen açıklayan (Bakara/2: 23-24; Yunus/10: 38); üslûbunda, nazmında, ihtiva ettiği ilim ve hikmetlerinde, hidayetinin etkili oluşunda, geçmiş ve geleceğe yönelik gaybî olayların perdelerini kaldırmada varlık için mu'cize olan, Allah'ın kelâmıdır. Hem Kur'ân-ı Kerîm hem de onun mübelliği olan ümmî peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.), ilk günden bu yana her seviyeden herkese meydan okumuş, fakat, Kur'ân'ı ve O'nun taşıdığı İlâhî Mesaj'ı yeryüzünden silmek için 14 asırdır mücadele verenler, hiç bir zaman bu meydan okuyuşa karşı koyamamış, bunun yerine, zor olan silâhla mücadele yolunu seçerek, canlarını, mallarını riske atmışlardır. Kur'ân'ın bu noktadaki meydan okumasına karşı mübareze yolunu seçmeye kalkan birkaç kişi ise, ancak rezil ve alay konusu olmuştur. O'nun i'cazı konusunda Bakıllanî, Kurtubî, Rafiî, Abdullah Draz, Bediüzzaman gibi âlimler ve hocalar müstakil eserler vermiş veya eserlerinde bu mevzuya bölümler ayırmışlardır.
Evet Kur'ân-ı Kerîm varlık, insan ve Allah (c.c.) gerçekleriyle tamamen uyuşan, daha doğrusu, bu gerçeklerin dili olan, son derecedeki i'cazına rağmen bütün âlemleri kuşatan derinlikte zengin bir muhteva ile ulûhiyet semasından insan idrakine inen, geçmiş semavî kitapların asırlara göre değişmeyen özünü, toplumlara göre eskimeyen ruhunu da barındıran (Şuara/26: 196; A'lâ/87: 18-19) en son ilâhî prensip, kanun ve değerler mecmuasıdır.
Şu da muhakkaktır ki, Yüce Allah Kur'ân'la, insanlık tarihinin en büyük inkılâbını gerçekleştirmiştir. Gerçekten Kur'ân-ı Kerîm, ortaçağın Kureyş toplumunu şirk, zulüm, haksızlık, ahlâksızlık, sefahet ve sefaletin bunaltan ortamından çekerek, onları hakiki insanlık medeniyetinin kurucuları, üstadları ve önderleri konumuna çıkardığı gibi, tüm insan toplumlarını da bir şekilde hak-hukuk, huzur ve sükun, barış ve emniyet gibivb. insan fıtratıyla örtüşen, insanlığın her zaman muhtaç olduğu ve insan hayatının tamamını kuşatan, bu hayatı yalnızca dünyevî boyutuyla kuşatmakla kalmayıp, onun sonsuz âhiret boyutunu da içine alan paha biçilmez sosyal, ahlakî ve imanî değerlerle tanıştırmıştır.
Yine Kur'ân, her türlü haksızlığın, maddî ve manevî kaosun, barbarlığın, insanı insanlığından utandıracak kötülüklerin işlendiği bir çizgide, cahiliye sıfatı ile özdeşleşmiş karanlık bir zaman diliminde insanlık semasında sihirli bir güneş gibi parlayıp, insanlığı saran tüm karanlıkları aydınlatan, hâkim olan olumsuz iklimi, talihsiz atmosferi dağıtan, tarihte eşi benzeri görülmemiş şekilde dikkatleri üzerine çeken, beşer hafızasında, tarih şuurunda silinmesi imkânsız, fert ve toplum temelinde olgun meyvelerini verecek iklimi hazırlayan ilâhî ışık (Nisa/4: 174; Nur/24: 35; Şura/42: 52) ve ilâhî bir ruhtur (Nahl/16: 2; Gâfir (Mü'min)/40: 15; Şura/42: 52).
Öyle ilâhî bir ışık ve ruh ki, üzerinden süratle akıp giden zaman ve içindeki olayların o nuru ve ruhu eskitmeye, O'nu değiştirmeye, yıpratmaya gücü yetmemiştir ve yetmeyecektir de. Çünkü O'nu Yüce Allah indirmiş ve O'nu koruyacak da şüphesiz O'dur (Hicr/15: 9).
Kur'ân dil, üslûp, belâgat ve muhteva zenginliği itibariyle dost ve düşmanlarının ittifakıyla tartışmasız en mükemmel ve kusursuz olduğu gibi, nazil oluşundan günümüze kadar gelişi itibariyle de metni herhangi bir tahrif ve değişikliğe uğramamış, kendisine ilâve veya noksanlık ârız olmamış en son ilâhî bir kitaptır. O, Hz. Muhammed'in (s.a.s.) tebliğ ettiği bir kitap olarak, rivâyet açısından tartışma kabul etmeyen tarihî bir güvenilirliğe sahiptir. Böyle bir özelliğe sahip olması, şüphesiz O'nun başlangıçta bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.s.) emriyle yazıya geçirilmesi, Sahabe tarafından tamamı veya bir kısmı itibariyle ezberlenmesi, günde beş defa namaz başta olmak üzere her vesile ile okunması ve nihayet Hz. Peygamber (s.a.s.) Refîk-ı A'lâ'ya intikal etmeden önce de Cebrail (a.s.) ile birlikte karşılıklı okunmakla (arza-i ahîre) perçinlenmiş olmasından ileri gelmektedir (Draz, 28-30; Mehran, 1:5, 38).
el-Kur'ân ve el-Kitap
Burada, Kur'ân-ı Kerîm'in "el-Kur'ân" ve "el-Kitâb" kelimeleriyle isimlendirilmesinin kayda değer anlamları bulunduğuna dair M. Abdullah Draz'ın görüşünü zikretmek yerinde olacaktır. Draz'a göre "el-Kur'ân" kelimesi Kur'ân'ın dillerde okunduğunu ifade ederken, "el-Kitab" kelimesi de, Kur'ân'ın kalemlerle yazıldığını ifade etmektedir. Muhakkak ki Kur'ân'ın bu iki isimle isimlendirilmesinde, Allah'ın O'nu bir şekilde değil de iki şekilde koruyacağına bir işaret vardır. Yani, Kur'ân'ın hem kalblerde (hafızalarda) ezberden, hem de satırlarda (yazıyla) olmak üzere her iki şekilde korunması zaruridir (Draz, Nebe', 12). Aynı şekilde, ilk olarak inen âyetlerde de (Alâk/96: 1-5), beşerî ilimlerin öğrenilip öğretilmesinde bir vasıta olan kalemin dolayısıyla yazının önemi vurgulanarak, en son ilâhî vahyin yazı ile kaydedilmesi zımnen emredilmiş olmaktadır (Hamidullah, 41). Böylece, farzımuhal hafızada silinecek olsa yazıdaki hatırlatır; yazıdaki silinecek olsa, hafızalardaki hatırlatır. Yine bu çerçevede olmak üzere, Sahabenin elindeki resmî mushafa uymayan hehangi bir ezberleme geçerli olmayacağı gibi, ilk gündeki şekliyle hafızların hıfzına uymayan kitabet de geçerli olamaz. Buna bir de Kur'ân'ı, Kur'ân okuyucusundan (kâri') bizzat dinleme veya işitme (semâ) yoluyla Kur'ân'ı öğrenme usûlünü ekleyecek olursak, bu koruma, birbirini destekleyip perçinleyen üçlü bir sistemi hâlinde karşımıza çıkmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in bu şekilde sağlam yollarla korunması, bizzat Allah Teâlâ'nın Kur'ân'ı koruma taahhüdü ile ilgili va'dinin gerçekleştirmedeki sebepler demektir. Binaenaleyh Kur'ân, kendisinden önceki semavî kitapların maruz kaldığı değişme, ekleme, çıkarma gibi tahrifata maruz kalmamıştır. Çünkü Yüce Allah onları koruma konusunda herhangi bir taahhütte bulunmamış, bilâkis koruma işini insanlara bırakmıştı (Maide/5: 44). Şüphesiz bu ayrımda saklı olan sır, Kur'ân'ın dışında gönderilen semavî kitapların ebediyyen geçerli kalmak üzere değil de, belli zamanlarda geçerli olmak üzere gönderilmiş kitaplar olmasındandır (Draz, Nebe', 13-14).
Buraya kadar kısaca işaret edip hatırlatmaya çalıştığımız bazı noktalar Kur'ân'la, Kur'ân tarihiyle ilgili yapılacak çalışmalarda unutulmaması gereken bir takım önemli gerçeklerdir. Bundan sonra, "Hz. Osman (r.a.) Döneminde Kur'ân'ın İstinsahı, Çoğaltılıp Neşredilmesi" konulu, bir dergi yazısı çerçevesindeki sınırlı incelememize geçebiliriz. Bununla beraber önce, Hz. Peygamber'le Hz. Osman arasındaki döneme de konumuz açısından kısaca bakmakta yarar var.
Hz. Peygamber'den (s.a.s.) Hz. Osman'a (r.a.)
Ümmî bir peygamber olan Resûlullah (s.a.s.), yeni nazil olan Kur'ân ayetlerini anında ezberlemeye, vahiyden herhangi bir şeyi unutmamaya yönelik bir gayret içindeydi. Hatta vahiy hâlinin ağır, şiddetli ve zor anlarında bile onu unutmama noktasında hırs göstererek dilini hareket ettiriyordu. Bu hâlin devam etmesi üzerine bizzat Allah Teâlâ Kur'ân'ı göğsünde toplayacağını (ezberleteceğini), lafzen okunuşunu, mânâsını anlamayı ve anlatmayı kendisine kolaylaştıracağını, onu unutmayacağını açıkça va'd ederek (Tâhâ/20: 114; Kıyame/75: 16-18; A'lâ/87: 6) Hz. Peygamber'i (s.a.s.) rahatlatmıştı. Dolayısıyla Kur'ân'ı ilk ezberleyen ve hafızların seyyidi Hz. Peygamber olduğu gibi, şüphesiz Kur'ân'la ilgili her konuda da Müslümanların müracaat kaynağı da yine Peygamberimiz'di. O, Allah'ın emrettiği şekilde gece gündüz ibadetlerde ve her vesile ile yavaş yavaş, tertil üzere Kur'ân'ı okuyor (İsrâ/17: 106), ashabına da okuyup okutuyor ve öğretiyordu (Cum'a/62: 2). Her sene Ramazan ayında da Hz. Resûlullah o ana kadar nâzil olan âyetleri Cebrail'e (a.s.) okuyor, arzediyordu. Vefatından önceki son Ramazan ayında ise Peygamber (s.a.s.) Cebrail'e (a.s.) Kur'ân'ı iki kere okumuş, hattâ, "Arza-i Ahîre" denilen bu okuma, karşılıklı olmuştu (Zerkanî, 1:234).
Muhakkak ki Sahabe-i Kirâm'ın da hayatlarında önem verdikleri şeylerin başında Allah'ın kitabı Kur'ân gelmekteydi. Kur'ân'ı ezberleme, öğrenme ve anlama konusunda adeta birbirleriyle yarışıyor, ezberledikleri miktarı birbirlerine aktarıyorlardı. Evlerinde çocuklarına ve eşlerine de öğretiyorlardı. Evlenirken sahabe hanımlarından birisine kocası tarafından mehir olarak Kur'ân'dan bir sûreyi öğretmesi, onu son derece mutlu etmekteydi (Zerkanî, 1:234). Kur'ân'ı, okuma, öğrenme ve öğretme faaliyeti o kadar yoğun ve şevkli bir faaliyetti ki, gecenin zifiri karanlığında sahabenin evlerinin yanından geçen birisi arı uğultusu gibi Kur'ân sesini işitirdi. Kur'ân okuyuşları sebebiyle Mescid-i Nebevî'den de bir uğultu duyulurdu ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) karıştırıp yanlış okumamaları için sahabeye seslerini kısmalarını emretmişti. Resûlullah uzak yerlerde oturanlara da onlara Kur'ân okutacak, Kur'ân öğretecek kimseleri mutlaka gönderiyordu. Kur'ân okuma, ezberleme, öğrenme ve öğretme faaliyetinin son derece yoğun olduğu Resûlullah'ın hayatında şüphesiz Kur'ân'ın tamamını veya imkânları nisbetinde kısmen ezberleyenlerin sayısı önemli bir yekûn teşkil etmekte idi. Resûlullah'ın sağlığında Kur'ân'ın tamamını ezberleme fırsat ve imkânını bulamayan birçok sahabi de O'nun vefatından sonra ezberlerini tamamlamışlardı (Zerkanî, 1:234).
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) yaşadığı dönemde yazı yazmayı bilenlerin azlığı, özellikle yazıyı güzel yazanların daha da az oluşu ve yazı malzemelerinin bulunması noktasındaki imkânsızlıklara rağmen Hz. Peygamber (s.a.s.) ve O'nun seçkin ashabı Kur'ân'ı ezberlemenin yanında yazı ile tesbît etmeye de son derece önem veriyorlardı. Tarihen sabittir ki, Rasûlullah (s.a.s.), kendisi ümmî olmakla birlikte gelen vahyi yazmak, ezberin yanında yazı ile de Kur'ân'ı kaydetmek için yazı yazmayı bilen bazı sahabileri vahiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Yazdırdıktan sonra da muhtemel yazı ve okuyuş hatasını düzeltmek maksadıyla vahiy kâtibine, yazdırdığı âyetleri okutturuyordu. Ashab-ı Kiram, gerek bu yazılan ilk örnek nüshalardan, gerekse bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.s.) huzurunda kendileri için aynı şekilde âyetleri yazıyor ve bunları saklıyorlardı. Kısacası, Kur'ân-ı Kerîm'in nazil olduğu Asr-ı Saadet'te Kur'ân âyetlerinin yazı ile tesbit edildiğini, ezberlenip semâ yoluyla da desteklenip, yanlış okuma, yazma ve ezberlemeye meydan verilmediği konusunda elimizde sayısız sağlam deliller, rivâyetler bulunmaktadır.*
Resûlullah'ın (s.a.s.) vefatından sonra halife olan Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde patlak veren ridde harplerinin en şiddetlisi olan Yemâme Harbi'nden sonra, Hz. Ömer'in (r.a.) teklifiyle ayrı parçalar hâlinde yazıyla kaydedilmiş ve sahabenin hafızasında mevcut olan Kur'ân âyetlerinin, müracaatı kolay bir mushaf hâlinde toplanması gerçekleştirilmiştir. Bu iş, günümüz ilmî araştırma metodlarından asla aşağı olmayan bir usûlle gerçekleşmiş ve insaflı müsteşriklerin hepsi Zeyd'in (r.a.) bu titizliğini tasdik etmişlerdir. Sir William Muir, konuyla ilgili olarak şu itirafta bulunur: "İnkâr edilemez bir gerçektir ki, dünyada bu derece aslına uygun ve dikkatle korunmuş bir metin olarak 14 asırdır kalabilen Kur'ân'dan başka bir kitap yoktur" (Mehran, 1:31). Yine Muir, "Her asırda ve her devirde bütün İslâm mezhepleri için tek bir Kur'ân'dan başka bir Kur'ân olmamıştır." (Draz, Kur'ân'ın Anlaşılması... 36-37) ifadesi vardır. Leblois ve T. Nöldeke'nin de konuyla ilgili hakkı teslim eden benzer ifadeleri mevcuttur. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki, Hz. Ebû Bekir devrinde Zeyd b. Sâbit (r.a.) başkanlığında yazılan İmam Mushafı, farklı Arap lehçelerini konuşanlara kolaylık olsun diye müsaade edilen, yedi harf (lehçe) üzerine okumaya müsait bir şekilde yazılmıştı. Tabiatıyla bütünü değil, belli bazı kelimeler, Kur'ân metninin yazı hattı aynı olmakla birlikte, farklı lehçelere göre farklı okuyuşlara açıktı. Alimlere göre ise, mütevatir kıraatin makbul olması, ancak eksiği veya fazlalığı olmadan o kıraatin (Kureyş hattına göre) yazılı Kur'ân metnine muvafık olması ile mümkündür. Bu kaide, bütün kıraatler için geçerlidir (Ebû Zehra, 34).
İşte son derece sağlam bir metod ve titiz bir çalışma ile Zeyd b. Sâbit'in başkanlığında Hz. Peygamber'in (s.a.s.) sağlığında tesbit edilen tertib üzerine cem' edilip mushaf hâline getirilen resmî İmam mushaf'ı, vefatına kadar Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) yanında kalmıştır. Sonra Hz. Ömer'e (r.a.) intikal etmiş, o da vefatından kısa bir süre önce bu mushafı, kızı ve aynı zamanda Hz. Peygamber'in (s.a.s.) zevceleri olan Hz. Hafsa'ya (r.anha) teslim etmiştir (Buhârî, fezâilu'l-Kur'ân 3/1; Kitâbu'l-Mesâhif, s. 8; el-Burhân, 1: 234; el-İtkân, 1: 76; Menâhil, 1: 246).
HZ. OSMAN (R.A.) DÖNEMİNDE KUR'ÂN-I KERÎM'İN İSTİNSAHI, ÇOĞALTILIP NEŞREDİLMESİ
Hz. Osman Zinnûreyn döneminde (24-35/644-656) İslâmî fetihler genişliyor; zenginlik, maddî refah artıyor, Müslümanlar farklı şehirlere, bölgelere dünyanın değişik ülkelerine dağılıyorlardı. Şüphesiz bu yeni ortam ve şartlarda Kur'ân öğretimine ihtiyaç duyulmaktaydı. Tabiatıyla her geçen gün insanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) dönemindeki vahiy atmosferinden uzaklaşıyordu. Bu değişen yeni coğrafyadaki farklı İslâm beldelerinde yaşayan Müslümanlar, bölgelerinde meşhur olan sahabînin kıraatiyle Kur'ân'ı öğrenip okuyorlardı. Meselâ, Suriyeliler Übeyy İbn Kâ'b'ın kıraatiyle Kur'ân okuyorlar, Kûfeliler Abdullah İbn Mes'ûd'un, Basralılar Ebû Musa el-Eş'ârî'nin, bir başka bölge de Mikdat İbn Amr (Esved)'in kıraatiyle okumaktaydı. Bu durum, farklı şehirlerde ve bölgelerde yaşayan Müslümanlar arasındaki Kur'ân okunuşunda ihtilâfa ve münakaşalara sebep oluyordu (Zerkani, 1: 248). Çünkü yeni İslâm beldelerinde Müslüman olanlar, farklı lehçeleri konuşanlara kolaylık olması maksadıyla Allah tarafından izin verilen yedi harf (lehçe) üzerine okuma gerçeğini bilmeden önce sahabiler arasındaki bu okuyuş (kıraat) farklılıkları konusunda şüpheye düşüyorlardı. Hattâ bu dönemde yaşayanlar arasında görüşüne müracaat edip, hükmüne boyun eğecekleri Hz. Peygamber'in (s.a.s) olmayışı ve O'nun devrinden belli ölçülerde uzak bulunmaları, söz konusu ayrılığı şiddetlendirmiş, bu ayrılık, neredeyse Müslümanlar arasında fitneye, büyük bir kaosa dönüşecek hâle gelmiş ve bu fitne ateşi, zamanla tek bir yerde kalmamış, başka yerlere de yayılma istidadı göstermişti (Zerkani, 1: 248).
İşte, nübüvvetin ilk yıllarında, gerek Kur'ân'ın, farklı Arap kabilelerine mensup mü'minler tarafından, onlar Kureyş lehçesine alışıncaya kadarki geçiş döneminde yedi harf (lehçe) üzerine okunmasından kayaklanan, gerekse genişleyen yeni İslâm coğrafyasındaki Arap olmayan milletlere mensup Müslümanların Kur'ân'ı doğru okuyuş zorluğundan ileri gelen ihtilâflar, Hz. Osman'ın hilâfetinin bidayetinde iyice su yüzüne çıkmıştı. O kadar ki, Kur'ân öğreticisinin biri bir zâtın, diğeri de başka bir zâtın kıraatini tâlim ediyordu. Kur'ân okumayı öğrenmekte olan çocuklar biraraya gelince ihtilâfa düşüyor, bu durum hocalarına intikal ediyor ve hocalar birbirlerini suçluyorlardı.
Nihayet, Azerbaycan ve Ermenistan savaşına katılan Iraklı ve Suriyeli askerler arasında başgösteren ihtilâflar, âdeta bu konuda bardağı taşıran son damla olmuş ve Asr-ı Saadet'de yazılıp, ezberlendiği tevkîfî tertibe göre Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde derlenip iki kapak arasında bir kitap hâline getirilen İmam mushaf'ının çoğaltılarak, okuyuş farklılıklarına son verecek şekilde, belli başlı İslâm beldelerine dağıtılması zamanı çoktan gelmişti.
Buhârî'nin Enes İbn Mâlik tarîkiyle rivâyet ettiği hadîse göre, Azerbaycan ve Ermenistan savaşına katılan ordunun komutanı Huzeyfe İbn Yemân, Suriyeli ve Iraklı askerler arasındaki kıraat ihtilâfını görünce dehşete kapıldı. Savaş dönüşü evine uğramadan önce Halife Hz.Osman'ın (r.a.) yanına geldi ve: "Ey Emîre'l-Mü'minîn! Kitapları hakkında, Yahudi ve Hıristiyanların ihtilâfına benzer ihtilâfa düşmeden, bu ümmetin imdadına yetiş!" dedi. Bunun üzerine Hz. Osman (r.a.) hemen Hz. Hafsa'ya (a.anha), "Sendeki suhufu bize gönder, ondan mushaflar çoğaltıp, sana tekrar iade ederiz." diye haber yolladı. Hz. Hafsa da yanındaki mushafı Hz. Osman'a gönderdi. İstinsah ve çoğaltma işi için Zeyd İbn Sâbit (r.a.) başkanlığında Abdullah İbn Zübeyr, Said İbn el-Âs ve Abdurrahman İbn Hâris İbn Hişam'ı görevlendirip, kendilerine, "Şayet siz, Kur'ân'la ilgili bir konuda Zeyd İbn Sâbit'le görüş ayrılığına düşerseniz, onu mutlaka Kureyş lisanına (lehçesine) göre yazınız. Çünkü Kur'ân, Kureyş lehçesine göre nazil olmuştur." tâlimatını verdi. Bu arada Hz. Osman (r.a.) hazretleri, İbn Ebî Davud'un Kitâbu'l-Mesâhif'inde Ebû Kılâbe tarîkiyle rivâyet ettiğine göre, Medine'de bile okunuş ihtilâflarından haberdar olunca, insanlara hitab ederek, "Siz, benim yanımda ihtilâfa düşüyorsunuz. Bu demektir ki, benden uzak şehirlerde bulunanların Kur'ân'ı okuyuş ve edâ ihtilâfı daha şiddetli olur. Ey Muhammed'in (s.a.s.) ashabı! Toplanın ve insanlar için (ihtilâfları çözme noktasında) imam olacak Kur'ân'ı ortaya koyun." şeklinde umumi bir tâlimatta da bulunmuştu (s. 21). Onlar da bu İmam Mushafından çoğalttılar.
Hz. Osman'ın görevlendirdiği heyet, onun emir ve tâlimatları doğrultusunda Kur'ân nüshalarını çoğalttılar. Hz. Osman (r.a.), İmam mushaf'ını Hafsa validemize geri iade etti. Çoğaltılan nüshaları değişik İslâm beldelerine gönderdi. Bunların dışında yazılmış Kur'ân sahifelerinin ve özel mushafların da yakılmasını emretmişti (Buhârî, fezâilu'l-Kur'ân 3/2; Zerkeşî, 1: 236; Zerkanî, 1: 252-253).
Başka bir rivâyette, istinsah heyetinde adı geçen dört kişiden başka Übeyy İbn Kâ'b'ın da bulunduğu, sayılarının on iki olduğu ifade edilmektedir. Böyle olması da tabiîdir. Çünkü, yukarıda ifade edildiği gibi, Hz. Osman, Mescid'de umumi tâlimatta bulunmuştu. Tâlimatı yerine getirmek üzere çekirdek kadro mahiyetinde bir heyet oluşturulmuş olmakla birlikte, diğerleri de, öyle anlaşılıyor ki, müteaddit nüshaları yazmak için ihtiyaç hâlinde yardım ediyorlardı (Zerkanî, 1: 250; Zincanî, 66). Bir rivâyete göre, Kur'ân nüshalarını çoğaltırken Bakara sûresi 248. âyet-i kerîmesinde geçen "et-Tâbût = اَلتَّابُوت " kelimesinin yazılışında Ensâr'dan olan Zeyd ile diğer Kureyşli üç sahabe arasında kelimenin (açık) te (ت) ile mi yoksa (güzel) he (ه) ile mi yazılması konusunda ihtilâf meydana gelmiştir. Bunun üzerine Hz. Osman'a müracaat etmişler, halife Osman'ın (r.a.) da, bu kelimenin Kureyş hattına göre açık te (ت) ile yazılmasını söylemesi üzerine o şekilde yazmışlardır (Ebû Zehra, 38; Mehrân, 1: 33-34).
Bu hâdise ve güvenilir kaynaklarımızda yer alan konuyla ilgili açık bilgilerden anlıyoruz ki, Hz. Osman'ın yaptıgı iş, yukarıda bahsi geçen kıraat ihtilâflarının önünü almak ve yanlış okumaların önüne geçmek için sadece Kureyş hattına uyan mütevatir kıraatleri bırakıp, diğerlerini Kur'ân metninden çıkarmak olmuştur. Bu meselenin, Kur'ân açısından Arapça'da sadece harf değil, harekenin bile mânâya tesir yönünden ne kadar önemli olduğu düşünüldüğünde ehemmiyeti kendiliğinden anlaşılır. Kur'ân'ın namazda okunduğunu, okunmasının farz olduğunu ve zelletü'l-kârî denilen namazı bozucu okuma yanlışlığındaki hassasiyet de hesaba katıldığında, meselenin nezaketi daha bir belirgin hâle gelir. İstinsah edilen, çoğaltılan mushaflar Arza-i Ahîre ile iyice istikrar bulmuş olan Kureyş hattına göre yazılmış ve mânâya tesir etmeyen bazı kelimelerin kıraat biçimleri hariç, diğer kıraatler terkedilmiştir.
Bu arada, Ashab-ı Kiram'dan bazılarının elinde kendilerinin yazdığı mushafları da vardı. Onlar, bu mushaflarına, Kur'ân metninin yanısıra açıklayıcı notlar da düşüyorlardı. Meselâ, Hz. Aişe validemiz, mushafına, "ve's-salâtü'l-vustâ" ibaresinden sonra "salâtü'l-asr" açıklaması koydurmuştu. Bunun gibi, Hz. Abdullah İbn Mes'ud'un mushafındaki Bakara sûresi 198. "لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَنْ تَبْتَغُوا فَضْلاً مِنْ رَبِّكُمْ" âyetinden sonra ise " فِي مَوَاسِمِ الْحَجِّ " şeklinde açıklayıcı bir not vardı. Bunlar, tefsir mahiyetindeki notlardı. Şüphesiz bunlar, kamuya intikal etmemiş olmakla ve tabiatıyla Kur'ân'dan sayılmamakla birlikte, daha sonra bunların da Kur'ân'danmış gibi telâkki edilip, Kur'ân'a şüphe getirme ihtimalleri mevcuttu. İşte Hz. Osman, Allah'ın kendisini muvaffak kıldığı bu kutlu işle, denebilir ki Kur'ân'a, Hz. Ebû Bekir'inkine denk büyük bir hizmette bulunmuştur. O, sahabeden kimin elinde özel mushaf varsa, yakılmasını emretmiş, onlar da Hz.Osman'ın bu emrine icabet ederek özel mushaflarını yakmışlar, Hz. Osman'ın istinsah ettirip çoğalttığı mushaflar üzerinde birleşmişlerdir. Hattâ başlangıçta Hz. Osman'ın çoğalttığı mushafları tanımak istemeyen ve özel mushafını yakmayı reddeden Abdullah İbn Mes'ud (r.a.) da söz konusu mushafların hususiyetine ve ümmetin bu mushaflar üzerindeki ittifakına vâkıf olunca ilk tepkisinden dönmüş, Müslümanların icmâına katılmıştır. Neticede konuyla ilgili olarak zuhur eden çekişme ve ihtilâflar da ortadan kalkmıştır (Zerkanî, 1:254).
Çoğaltılan mushafların sayısı konusunda ihtilâf vardır. Elimizde mevcut rivâyetlere göre en az dört en fazla sekiz adet mushaf yazılmıştır. Bunlardan birisi İmam mushaf'ı olarak Medîne-i Münevvere'de (hilâfet merkezinde) bırakılmış, diğerleri de Kûfe, Basra, Şam, Mekke-i Mükerreme, Mısır, Yemen ve Bahreyn gibi önemli İslâm merkezlerine gönderilmiştir (Zerkeşî, 1:240; Süyuti, İtkan, 1:80). Şu gerçeği ifade etmek gerekir ki, Hz. Osman (r.a.) istinsah edilen mushafların dışındaki Kur'ân sahifelerinin ve özel mushafların yakılması işini tek başına yapmamıştır. Bilâkis sahabilerle istişare ettikten ve onların muvafakatını, hattâ onların yardımını, desteğini ve şükranlarını aldıktan sonra bu önemli kararı vermiş ve uygulamıştır (Zerkanî, 1:254). O kadar ki, Hz.Osman'ın (r.a.) mushafları yakma işiyle ilgili olarak ileri geri konuşanlara karşı Hz. Ali'nin (r.a.) şu ifadeleri gerçekten anlamlıdır: "Ey insanlar topluluğu! Allah'tan korkun ve Osman hakkında aşırıya gitmenizden ve O, mushafların yakıcısıdır' sözünden sakınınız. Allah'a yemin olsun ki şüphesiz o, bu işi biz Resûlullah'ın (s.a.s.) ashabının huzurunda bilgimiz dahilinde yapmıştır." O, ayrıca şöyle demiştir: "Şayet Osman'ın yerinde ben olsaydım mushaflar konusunda ben de Osman'ın yaptığı gibi yapardım" (İbn Ebî Davud, 21-22; Kutubî, 1: 40; Zerkanî, 1: 254-255). Şu kadar ki, Hz. Osman'ın emrine ve uygulamasına rağmen bazı şahsî mushaflar "geniş İslâm dünyasına yayıldığından ve sahipleri de pek çok tabiîne hocalık yapmış olduğundan" büsbütün ortadan kalkmamıştır. H. 3. ve 4. asırda Kur'ân tarihine dair eser yazanlar, İbn Mes'ûd, Übeyy İbn Kâ'b gibi zâtların özel mushaflarını gördüklerini bildirmişlerdir. Bu da iyi olmuştur. Çünkü tamamen kaybolsalardı, Kur'ân'ın muarızları tarafından aralarında fazla bir fark olduğu iddia edilebilir, mesele daha çok abartılırdı. Şu gerçeği de belirtmek gerekir ki, Hz. Osman'ın Kur'ân'ın nazil olduğu Kureyş hattına uymayan kıraatleri mushafa dahil etmemekteki maksadı, bazı sözlü kıraatleri ortadan kaldırmak değildi. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.s.) bir âyeti farklı şekillerde okurken duyduğunu teyid eden kimselerin, mânevî sorumlulukları kendilerine ait olmak üzere ve bütün ümmete teşmil etmemek şartıyla okumalarına müsade edilmişti ki, bu makul ve dürüst tutum, bizzat Hz. Osman'ın şu sözüyle doğrulanmaktadır: "Kur'ân'a gelince; ben tefrikaya düşmenizden korktuğum içindir ki, (Kureyş hattına uymayan kıraatlerin mushaflara alınmasını) size yasakladım. Ancak istediğiniz harfe (lehçe) göre okuyabilirsiniz." (İbn Ebî Davud, 36).
O hâlde tekrar vurgulamak gerekir ki, Hz. Osman (r.a.) döneminde Kur'ân'ın İmam mushaf'ından istinsahı ve çoğaltılması esnasında Kur'ân metninin tesbîti konusunda sahabeye hâkim olan yegâne endişe; Hz. Peygamber'in (s.a.s.) imlâsıyla yazılmış olan, sonra da O'nun huzurunda okunan ve kesin tasvibi alınan âyetlerin aslına harfiyyen sadık kalma endişesidir. İşte onların namlarını ebedîleştiren de bu erişilmez mutlak objektifliktir (Draz, Kur'ân'ın Anlaşılmasına Doğru, 47-48). Resmî mushaflar dışında kişisel Kur'ân nüshalarına sahip olanlar hiçbir zaman resmî Kur'ân nüshalarıyla rekabete girişmedikleri gibi, kendi şahsî nüshalarını herkesçe kabul edilen nüshaların yerine ikame etmek yoluna da gitmemişlerdir. Sadece resmî mushaf metninde yer verilen kıraatlerle birlikte kendi hususî kıraatlerini muhafaza etmek istemişlerdir (Draz, a.g.e., 47-48).
Netice olarak, Şiîler dahil bütün İslâm âleminde 14 asırdır okunan yegâne mushaf, Hz. Osman tarafından istinsah edilip çoğaltılan mushaftır. Şia'nın en mühim kollarından olan İmamiyye fırkasının Kur'ân-ı Kerîm'e dair inancını İmam Ebû Câfer şöyle ifade etmektedir: "Yüce Allah'ın, Resûlu Hz. Muhammed'e (s.a.s.) vahyetmiş olduğu Kur'ân-ı Kerîm'in mahiyeti konusundaki inancımız şudur ki; o Kur'ân, şimdi insanların ellerinde mevcut olan Kur'ân'dan başka birşey değildir. Müslümanların çoğunluğu tarafından kabul edilen sûre sayısı 114'tür. Ancak bize göre Duha ile İnşirah sûreleri ayrı ayrı birer sûre olmayıp bir sûre, Fîl ile Kureyş sûreleri bir sûre, Enfal ile Tevbe sûreleri de bir sûredir. Kur'ân hakkındaki bu düşüncemizden başka bir inancı bize atfeden kişi bizim hakkımızda yalan söylemiştir." (Draz, a.g.e., 47-48). Çağdaş Şii müfessirlerden Tabatabaî de 20 ciltlik tefsiri el-Mizan'ın önsözünde, farklı bir inancın küfür olduğunu açıkça ifade eder.
Nüzul asrında Kur'ân'ın ezberlendiği, yazıya geçirildiği ve sema yoluyla Kur'ân'ın doğru okunup öğretildiği konusunda bkz.: el-Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ebi'l-Hasen, Sahihu'l-Buhârî, Çağrı Yay., İstanbul-1981, Kitâbu fezâili'l-Kur'ân, Bâb: 3-9; es-Sicistânî, Abdullah b. Ebî Davud, Kitâbu'l-Mesâhif, Tahkik: Arthur Jefry, el-Matbaatu'r-Rahmâniyye, 1. baskı, Mısır-1936, s. 3-5; ez-Zerkeşî, Bedruddin Muhammed b. Abdillah, el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dâru'l-Ma'rife, Tahkik: Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim, 2. baskı, Beyrut-1972, 1: 230-232 ; el-İtkan, 1: 76; Menâhil, 1: 232-242; Ebû Zehrâ, Muhammed, el-Kur'ân, Dâru'l-Fikr, 1970, s. 27-29; Rostovdonî, Mûsa Cârullah, Tarihu'l-Kur'ân ve'l-Mesâhif, Matbaatu'l-İslâmiyye, Petersburg-H.1323, s. 20-25; Mehrân, Dirâsât, 1:19-26; el-Bûtî, Muhammed Said Ramazan, Min Revâi'i'l-Kur'ân, Mektebetu'l-Fârâbî, Dımeşk, 1975, s. 42-45.
HZ. OSMAN (R.A.) ZAMANINDA YAZILAN NÜSHALAR
El-Kindi (ö. 236/850), Hz. Osman'ın çoğalttırdığı mushaflardan Şam'a gönderileni Malatya'da gördüğünü kaydeder. İbn Batuta (ö. 779-1377), Hz. Osman'ın hazırlattığı nüshalardan çoğaltılan Kur'ân'ları ve o nüshaların bazı sayfalarını Gırnata, Marakeş, Basra ve daha başka şehirlerde gördüğünü belirtir.
İbn Cübeyr (ö. 614/1217), Medine'deki nüshayı 1184 yılında Mescid-i Nebevî'de gördüğünü ifade eder. Bazı araştırmacılar, bu nüshanın 1915 yılına kadar orada kaldığını, bu tarihte Türkler tarafından İstanbul'a götürüldüğünü, oradan da Birinci Dünya Savaşı'nda Berlin'e nakledildiğini söyler. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı'nı bitiren Versay Anlaşması'nın 246. maddesi şöyledir:
Bu anlaşmanın yürürlüğe gireceği tarihten itibaren 6 ay içinde Almanya, Türk yetkililer tarafından Medine'den alınıp, sâbık imparator William II'ye sunulduğu belirtilen Kur'ân'ın halife Osman'a ait orjinal nüshasını Hicaz Kralı majestelerine iade edecektir. (Israel, Fred L. (ed.): Major Peace Treaties of Modern History, New York, Chelsea House Pub. s: 11: 1418)
Hz. Osman'ın bizzat yanında alıkoyduğu ve onu okurken şehid edildiği nüsha, daha sonra Emeviler tarafından Endülüs'e götürülmüş, oradan Fas'a nakledilmiş, İbn Batuta onu Fas'ta, hattâ üzerindeki kan lekeleriyle görmüş, bilâhare ise Semerkand'a taşınmıştır. Günümüzde Taşkent'te bu nüshalardan biri bulunmaktadır ve bu büyük ihtimal, bu ana nüshadır. 1485'te Semerkand'a getirilen bu nüsha, 1869'da Ruslar tarafından Petersburg'a götürülmüştür. Bir Rus oryantalist, bu nüshayı tasvir etmekte ve bazı sayfalarının tahrip olduğunu belirtmektedir. 1905'te S. Pisareff tarafından bu nüshanın 50 kopyesi çıkarılmış, biri Sultan Abdülhamid'e, biri İran şahına, biri Buhara emirine, biri Afganistan'a, biri Fas'a ve daha bazıları da önemli Müslüman şahsiyetlere gönderilmiştir. Bir kopyası, günümüzde Amerika'da Kolombiya Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Petersburg'daki aslî nüsha 1924'te yeniden Özbekistan'a iade edilmiş olup, şu anda Taşkent'te bulunmaktadır. 1980'de ABD'deki nüsha çoğaltılmış ve Muhammed Hamidullah buna 2 sayfalık bir önsöz yazmıştır.
Osman Mushafı'nın Tarihi'nin yazarı, Taşkent'teki nüshanın bu mushaf olduğunun delilleri üzerinde durur. Bu delillerden bazıları şunlardır:
1. Mushaf'ın, Hicri 1. asrın ilk yarısında kullanılan el yazısıyla yazılığı gayet açıktır.
2. Daha sonra yazılan Kur'ân'lar kâğıda benzer malzeme üzerine yazılırken, bu nüsha, ceylan derisi üzerindedir.
3. Yazıldığı tarihten yaklaşık 80 yıl sonra Kur'ân'a konan noktalamalar, bu nüshada yoktur.
4. Hicrî 68'de vefat eden Ebu'l-Esved ed-Düelî tarafından Kur'ân'a konan harekeler de bu nüshada yer almamaktadır.
Netice olarak, Hz. Osman tarafından çoğalttırılan Kur'ân nüshalarının ikisi el'an elimizde bulunmaktadır. Bundan ayrı olarak, Hz. Ali'ye ait olduğu söylenen bir nüsha da Irak Necef'te Darü'l-Kütübi'l-Aleviyye'de bulunmaktadır. Kûfi hattıyla yazılan bu nüshanın başında, "Ali İbn Ebî Talib, bunu Hicrî 40 yılında yazdı." notu yer almaktadır (Attar, D., Mujaz Ulûm al-Qur'an, Beyrut 1399/1979, s: 116).
Kaynaklar
el-Bakıllânî, İ'câzu-l-Kur'ân, Muessesetu'-Kutubi's-Sekâfiyye, Beyrut, 1986.
el-Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ebi'l-Hasen, Sahihu'l-Buhârî, Çağrı Yay., İstanbul, 1981.
el-Bûtî, Muhammed Said Ramazan, Min Revâi'i'l-Kur'ân, Mektebetu'l-Fârâbî, Dımeşk, 1975.
Cerrahoğlu, İsmail, Kur'ân-ı Kerîm Nasıl bir Kitaptır? Nasıl Anladılar? Nasıl anlıyoruz? Nasıl Anlamalıyız?, Altınkalem yay., Eskişehir, 1993.
Draz, M. Abdullah, en-Nebeu'l-Azîm, Dâru'l-Kalem, Kuveyt, 1970.
"""; Kur'ân'ın Anlaşılmasına Doğru, Mim Yay., 1.baskı, Ankara, 1983.
Ebû Zehrâ, Muhammed, el-Kur'ân, Dâru'l-Fikr, 1970.
Emîn, Bekrî Şeyh, et-Tâbîru'l-Fenniyyu fi'l-Kur'ân, Dâru'ş-Şurûk, 4. baskı, Kahire, 1980.
Hamidullah, Muhammed, Kur'ân-ı Kerîm Tarihi, (Çeviri: Salih Tuğ), İFAV yay., İstanbul, 1993.
İbn Hişam, es-Sîretu'n-Nebeviyye, Dar-ı İhyâi't-Turâsi'l-Arabiyye, Beyrut, tarihsiz.
el-Kurtubî, el-Cami' li Ahkâmi'l-Kur'ân, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1988.
Kutub, Seyyid, Fî Zılali'l-Kur'ân, Dâru'ş-Şurûk, 9. baskı, Beyrut, 1980
""""; et-Tasviru'l-Fenniyyu fi'l-Kur'ân, Dâru'ş-Şurûk, 8. baskı, Beyrut, 1983.
Mahdum, İ., Tarih al-Mushaf al-Usman fi Taşkend, Taşkent, 1391/1971.
Mehran, Muhammed Beyyûmî, Dirasât Tarîhîyye Mine'l-Kur'âni'l-Kerîm, Suudi Arabistan, 1980.
er-Rafiî, M. Sadık, İ'cazu'l-Kur'ân ve'l-Belâgatu'n-Nebeviyye; Daru'l-Kitabi'l-Arabî, 9.baskı, Beyrut, 1973.
es-Sabbâğ, Muhammed b. Lutfî, Lemahât fi Ulûmi'l-Kur'ân, el-Mektebetu'l-İslâmiyye, Beyrut, 1986.
Rostovdonî, Mûsa Cârullah, Tarihu'l-Kur'ân ve'l-Mesâhif, el-Matbaatu'l-İslâmiyye, Petersburg, H.1323.
es-Sicistânî, Abdullah b. Ebî Davud, Kitâbu'l-Mesâhif, Tahkik: Arthur Jefry, el-Matbaatu'r-Rahmâniyye, 1. baskı, Mısır, 1936.
Subhî es-Sâlih, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dâru'l-İlm, Beyrut, 1979.
es-Suyûtî, Celâluddin Abdurrahman, el-İtkân, Dâru'l-Ma'rife, 4. baskı, Beyrut, 1978.
Şahin, Abdussabûr, Tarîhu'l-Kur'ân, 1993, s.145-148.
Şedîd, Muhammed, Menhecu'l-Kıssa fi'l-Kur'ân, 1.baskı, S.Arabistan, 1984.
ez-Zerkânî, Muhammed Abdulazîm, Menahilu'l-İrfân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dâru İhyâ, 3. baskı.
ez-Zerkeşî, Bedruddin Muhammed b. Abdillah, el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dâru'l-Ma'rife, Tahkik: Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim, 2. baskı, Beyrut, 1972.
ez-Zincânî, Ebû Abdillah, Tarîhu'l-Kur'ân, Beyrut, 1969.