Kur’ân-ı Kerim’in her âyeti vecizdir; fakat İbn Mesud Hazretleri'nin “Hayrı ve şerri bundan daha câmî (bir arada zikreden) bir âyet yoktur.” diyerek işaret ettiği, Nahl Sûresi’nin 90. âyeti, mâruf ve münkeri hulâsa eden, tek başına mücelletlere sığmayacak bir muhtevayı hâizdir.
Yüce Allah’ın insanlığa son ve en kapsamlı hitabı Kur’ân-ı Hakîm’de hayır ve şerrin listesi detaylarıyla sunulur. Muhtelif sûrelerde belli münasebetlerle yer alan bu liste Nahl Sûresi’nin 90. âyetinde ise özetleyici bir muhtevayla verilir. Sahabe içinde ilmî derinliğiyle temayüz etmiş bulunan Abdullah İbn Mes’ûd’un (r.a.) bu âyetle ilgili olarak şöyle dediği rivâyet edilir: “Kur’ân’da hayır ve şerri toptan ifade eden âyet, bu âyettir.”1
Ömer b. Abdülazîz’den sonra hutbelerin sonunda okunması âdet hâline gelen bu âyette şöyle buyrulur: “Allah adaleti, hattâ adaletten de fazla olarak ihsanı, en güzel davranışı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl Sûresi, 16/90)
Âyet-i kerîmede söz konusu edilen bu hususları şimdi sırasıyla ele almaya çalışacağız:
A. Üç Müspet Esas
Islahatçıların idealinde olan güçlü ve erdemli bir toplumu meydana getirmenin temel taşlarını içinde barındıran bu âyetin pozitif esaslarını, sırasıyla adl, ihsan ve i’tâ oluşturur:
1. Adl
Mastar itibariyle ‘i’tidal ve istikamet üzere olmak, ölçü ve dengeyi gözetmek, her şeye hakkını vermek ve meyletmek’ gibi anlamlara gelen adl, dinî terminolojide, ‘her bir hususta ifrat ve tefrit arası orta bir yol tutmak’ mânâsını2 ifade eder. Kur’ân’da ‘adl’ şeklinde yer alan bu kelime, dilimizde daha çok ‘adalet’ mastarıyla kullanılır.
Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla yer alan adl kavramı, düşünceden fiile, ondan ahlâka, geniş bir sahayla irtibatlıdır. Nitekim bu âyetteki adl kelimesini böyle bir perspektiften ele alan bazı müfessirlerimiz şöyle demişlerdir: Adl, gerek itikadî, gerek amelî gerekse ahlâkî her bir konuda orta yol (istikamet) üzere olmaktır.3 Şimdi bu özlü cümleyle anlatılmak istenilenleri kısaca açıklamaya çalışalım:
a. İtikadî açıdan adl: Uluhiyet konusunda -istikametin ifadesi olan- tevhid inancına sarılmak, bu mevzuda inkar veya şirk mülâhazalarına düşmemek. Nitekim, İbn Abbas’a (r.a.) dayandırılan bir rivâyette, onun, ‘adl’in başının tevhid-i ilâh olduğu’nu söylediği nakledilir.4
b. Amelî açıdan adl: Bu hususu iki ayrı yönden ele almak mümkündür. Birincisi, ‘dünya-âhiret ve ceset-ruh arasındaki ölçünün/dengenin gözetilerek hareket edilmesi’dir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de ‘Allah’ın sana verdikleriyle âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas Sûresi, 58/77) âyetiyle, dünya-ahiret dengesinin gözetilmesi emredilir. Ceset-ruh arasındaki dengenin korunması için ise Peygamberimiz’in (s.a.s.), “..(Unutma ki) senin üzerinde cesedinin/bedeninin de hakkı vardır.’ (Buharî, Savm 55; Müslim, Sıyam 182) şeklindeki beyanını örnek olarak zikredilebiliriz.
Bu âyetin yorumu münasebetiyle ‘ameller hususunda gözetilmesi gereken adl’ ile ilgili olarak bazı müfessirlerimiz şöyle demişlerdir: Herhangi dünyevî bir bahaneyle/gerekçeyle ne kulluğu terk etmek ne de ruhbanlık anlayışı içinde âhiret için dünyayı terk etmek.
Amelî adlin diğer yönüyle değerlendirilmesine gelince: Bu, daha çok icrası emredilen vecibelerin yerine getirilme keyfiyetiyle alâkalıdır ki bunu ‘eda edilmesi istenen vecibeleri umursamazlık ve aşırılıklara düşmeksizin itidalin temsilcisi olarak yerine getirmek’ şeklinde tarif edebiliriz. Nitekim Kur’ân’da, ümmet-i Muhammed’in bu niteliği haiz bir toplum olduğu şöyle ifadelendirilir: “Sizi işte böyle ümmet-i vasat (orta yolun temsilcisi bir ümmet) kıldık ki (diğer) insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız.” (Bakara Sûresi, 2/143)
Bugün adl/adalet denince daha çok ‘içtimaî adalet’ mefhumu üzerinde durulmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki içtimaî adalet, dinin, inanç temelleri üzerinde ibadet ve muamelatıyla bir bütün olarak yaşanmasının neticesinden başka bir şey değildir.
c. Ahlâkî açıdan adl: Yüce Yaratıcı’nın insan fıtratına yerleştirdiği duyguları ifratkâr veya tefritkâr açılımlardan uzak tutarak istikamet çizgisine çekmek. Bu cümleden olmak üzere, bir insanın, potansiyel olarak sahip kılındığı akletme duygusunu, demagoji taşkınlığına veya hiçbir şeye kafa yormama tefritine düşmeksizin ‘hikmet’ çizgisinde; mevcut öfke duygusunu saldırganlık veya korkaklığa dönüştürmeksizin ‘cesaret/şecaat’ ekseninde; sınır tanımaz bir taşkınlığa veya köreltilmeye açık bulunan şehevî duygusunu meşru daireyle yetinmenin ifadesi olan ‘iffet’ yörüngesinde işletmesi gerekir.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Seyyid Şerif Cürcanî, Şerhu’l-Mevakıf isimli eserinde insan fıtratında var olan bu duygularla ilgili olarak bir değerlendirme yaptıktan sonra, adlin/adaletin gerçekleşmesinin ‘hikmet-şecaat- iffet’ üçlüsünün birlikteliğine bağlı olduğunu belirtir.6
2. İhsan
Lügatte ihsan kelimesi iki anlamda kullanılır. Birincisi ‘ahsenehu’ şeklinde olup bir şeyi güzel yapmak mânâsına gelir. Diğeri ise, ‘ahsene ileyhi’ biçiminde olup birisine iyilik etmek mânâsını ifade eder. Dilimizde ihsan daha çok bu ikinci anlamıyla bilinmektedir. Ancak bu âyet her iki mânâyı da içine almaktadır.
Müfessirlerimizin bir kısmı âyetteki bu ifadeyi, farz olan vecibelere ilâveten yapılanlar mânâsında ‘nedb veya nevâfil’ şeklinde yorumlamışlardır.7 Böyle bir yorum biraz kapalı ve eksik kalmaktadır. Nitekim bu inceliğin farkında olan müfessir Âlusî şöyle der: Buradaki ihsan, amellerin (iş ve ibadetlerin) lâyıkıyla yerine getirilmesidir ki, bu da amellerin hem kemmiyet (nicelik) hem de keyfiyet (nitelik) yönüyle ilgilidir.8 Şimdi bu iki yönüyle ihsan mefhumunu ele alalım:
1. Kişinin üzerine farz olarak belirlenmemiş (vacibattan/feraizden olmayan) iş ve ibadetlerinin ihsan şuuruyla alâkasını şöyle izah edebiliriz: Meselâ, inanan bir şahsın ramazan orucu dışında tutmaya çalıştığı oruçları, doğrudan onun ihsan duygusuyla ilgilidir. Çünkü o burada böyle bir şeyi, mecbur tutulmadığı/zorlanmadığı hâlde yapmaktadır. Bu, onun, lütuf ve inâyeti sonsuz olan Rabbe karşı bir vefa duygusu içinde gönlünden gelen bir mukabelenin (ihsanın) ifadesidir. Nitekim, gece boyu ayakları şişinceye kadar Allah’a teveccühte bulunan Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) Hz. Aişe, ‘Niçin böyle yapıyorsun ya Rasûlallah, Allah senin geçmiş gelecek günahlarını affetmiştir.’ dediğinde, “Ben (Rabbine) çokça şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buharî, Teheccüd 6; Müslim, Münafıkîn 79) şeklinde karşılık vermiştir. Bu durumu başka bir örnekle de ele alabiliriz: Toplumu oluşturan fertler arasında huzur ve dengenin sağlanması hikmetine yönelik olarak adl ölçüleri içinde belli bir miktarı (zekât görevini) farz olarak tayin eden din, ‘hayırda israf yoktur’ tavsiyesiyle, insanları sürekli olarak ihsan kuşağında (daha fazla hayır anlayışı içinde) hareket etmeye teşvik etmiştir.
2. Yapılan iş ve ibadetler çerçevesinde ihsan kelimesinin keyfiyet yönünden ifade ettiği anlama gelince: Bunu, ‘kişinin ister Allah’a, ister kendi hemcinsine karşı isterse diğer canlı varlıklara karşı yerine getirmesi gereken vazifelerini hasen (güzel) bir surette yapması’ şeklinde ifade edebiliriz. Bu cümleden olmak üzere insanın sergileyebileceği ihsanı üç kısımda ele alabiliriz:
a. Allah’a karşı ihsanı: Bu anlamdaki ihsanı, Resul-i Ekrem (s.a.s.), ‘İhsan, Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmandır.’ (Buharî, Tefsiru sure (31) 2; Müslim, İman 57) şeklinde dile getirmiştir ki bu ‘sonsuz kerem, kemal ve azamet sahibi yüce Allah’a karşı insanın kulluğunu O’nu görüyormuşçasına en güzel bir surette yapması’ gerektiğini ifade eder.
b. Hemcinslerine (insanlara) karşı ihsanı: Kişinin hemcinslerine karşı ihsanı, daima onların dünyevî-uhrevî mutluluk ve huzuruna yarayacak şekilde hareket etmesidir. Kur’ân, insanın kendisi dışındakilerle münasebetlerinin huzur ve ahenk içinde yürümesini sağlayacak bir temel/esas olarak belirlediği adalet prensibi üzerine ihsan şuurunu da yerleştirmeyi hedeflemiştir. Böylece din, ifrat ve tefritten uzak kesin ve şaşmaz ölçülerin yanına inceliği ve letafeti de koymuştur. Sözgelimi, adaletin tesisi için infakı emreden İslâm, aynı zamanda bu görevin insanları rencide etmeksizin ve minnet altında bırakmaksızın yerine getirilmesini de istemiştir.9 Ve yine ilgili prensibiyle katil konusunda ölenin velisine misliyle cezanın uygulanmasını isteme hakkını getiren bu din, müsamaha etmek isteyen herkese kapıları açık tutmuştur; adlin de ötesine geçmek ve böylece içtimaî yaraları tedavi etmek ve fazilet kazanmak isteyenlerin önüne engeller dikmemiştir. Nitekim ihsanı bu açıdan ele alan R. el-İsfehânî, ‘İhsan, iyiliğe fazlasıyla, kötülüğe ise daha azıyla karşılık vermektir.’ der.10
Mevdudî bu âyetteki ihsan kavramının muhtevasına ‘cömertlik, hoşgörü, af, merhametli olma, nazik olma, bencil olmama’ gibi anlamların da dâhil olduğunu belirttikten sonra, ihsan kavramını adalet kavramı ile birlikte ele alır ve şöyle der: Adalet sağlıklı ve dengeli bir toplumun temeli ise, ihsan onun mükemmele erişmesidir. Bir taraftan adalet, toplumu hakların çiğnenmesi ve zulümden korurken, diğer taraftan ihsan, toplumu zevkli yaşamaya değer bir hâle sokar. İhsan şuurunun oluşmadığı bir toplumda, sevgi, şükran, cömertlik, fedakârlık, samimiyet ve müsamaha gibi hayatı zevkli/yaşanır kılan yüce değerlerin oluşmasını sağlayan insanî nitelikler oluşamaz.11
c. Diğer canlı varlıklara karşı ihsanı: Bunu, ‘insanın onlarla ilgili olarak yerine getirmesi gerekli olan bir görevi ihsan ruhuyla yapması’ şeklinde yorumlayabiliriz. Meselâ, kişinin mülkiyetindeki bir hayvanı, hayatını devam ettirecek kadar doyurması onun için bir görevdir, daha güzeliyle ona muamelede bulunması ise bir ihsandır. Bunun gibi insanın bir hayvanın kesim işini ona eziyet vermeksizin gerçekleştirmeye çalışma gayreti de, ona karşı sergilenmesi gereken ihsan ruhuyla ilgili bir durumdur. Nitekim baş tarafı umum varlıkla, son kısmı ise hayvanata karşı gösterilmesi gereken dikkat ve itina ile ilgili olan bir hadîste şöyle buyrulur: “Allah her şey hususunda ihsanla muameleyi yazdı (emretti.) Binaenaleyh, (meşru olan) bir katli gerçekleştirdiğinizde onu güzelce (ihsanla) yerine getiriniz. Kestiğiniz bir hayvanın kesimini güzelce (ihsanla) yapınız; sizden biri önce bıçağını bilesin, sonra keseceği hayvanın yanına varsın.” (Müslim, Sayd, 57; Ebu Davud, Edahî 11; Tirmizî, Diyât 14)
3. İ’tâ
İdeal bir toplum inşa etmek için Kur’ân’ın üçüncü pozitif esas olarak dikkatlerimize arz ettiği hususlardan birisi de i’tâ’dır. Kelime olarak ‘vermek’ anlamına gelen i’tâ, Kur’ân dilinde ‘ihtiyaç sahibi kişilerin ihtiyaçlarını gidermek için yapılan yardım’ mânâsında kullanılır. Burada i’tâ’nın, ihsanın özel bir uygulaması olarak zikredildiği görülmektedir.
Kur’ân’ın ‘zi’l-kurbâ’ ifadesiyle yakınlara yardımı özellikle zikretmesinin sebebi, onların bu konuda öncelikli olarak düşünülmesine dikkat çekmek içindir. Şu hâlde bundan, ‘İmkân sahiplerinin yardımlarını sadece yakınlarına yapması gerekir.’ gibi bir anlam çıkarılamaz. Bu yardımlaşma akrabalık taassubuna dayalı bir yardımlaşma olmayıp merkezden muhite doğru genişleyen bir dayanışmadır.
Emredilen her bir verme/yardım türü, gerek akrabalık bağı bulunan insanlar arasında gerekse, toplumun diğer fertleri arasında gönül birliğinin oluşumuna sebepler açısından katkı sağlayabilecek en etkili yollardan birisidir. Bunun içindir ki, Kur’ân bu hususa çeşitli münasebetlerle vurguda bulunur ve lüzumuna dikkat çeker.
Yerine getirilmesi emredilen bu görevin, kalblerdeki negatif duyguları silip onun yerine sevgi ve şefkate dayalı bir dayanışmanın vesilelerinden birisi olarak fonksiyon icra etmekte olduğu bilinen bir gerçektir. Zira i’tâ/verme, vereni gurur ve kibirden, ona muhtaç durumda bulunanı (verileni) ise, haset ve nefret gibi olumsuz duygulardan temizlemektedir.
Dikkatle baktığımızda art arda zikredilen bu üç kavramın birbirleriyle irtibatlı oldukları görülecektir. Şöyle ki, gerek düşünce gerekse amelî plânda her bir ‘güzellik sergileme’nin adı olan ihsan duygusunun gelişebilmesi, ancak, temeli ölçü ve istikamete dayalı ‘adl’ zemininde mümkün olur. Bunun gibi, yardımlaşma ve vefa duygusunun somut ve üstün bir örneği olan ‘i’tâ’ da ancak adl zemininde gelişen ‘ihsan’ şuuru içinde varlık bulabilir.
B. Üç Menfî Husus
Âyet-i kerimenin ikinci kısmı, gerek fert gerekse toplum hayatını tahrip edici tavırları/fiilleri üç kelimeyle dikkatlerimize arz eder. Şimdi bunları sırasıyla ele alalım:
1. Fahşâ
Lügatte fiil itibariyle ‘aşırı gitmek, çirkin olmak ve haddi aşmak’ gibi anlamlara gelen bu kelime R. el-İsfehanî’ye göre Kur’ân dilinde ‘söz ve fiildeki çirkinliğin büyüklüğü’nü ifade için kullanılır.13 Fahşâ’yı ‘fevâhiş’ (fâhiş olanlar) kelimesi ile açıklayan Zemahşerî’ye göre ise bu kelime, ‘Allah’ın koyduğu hududu/sınırı aşan’14 anlamına gelir. Cürcanî ise Tarifat’ında bu kelime için şöyle der: Fahşâ, tab’-ı selîmin kendisinden kaçındığı ve akl-ı müstakimin kendisini noksan bulduğu şeydir.15 Fahşâ’nın anlam alanıyla ilgili olarak yapılan bu tariflerin ortak noktasının, ‘gerek söz gerekse fiil bazında haddi aşan taşkınlıklar’ olduğunu görürüz. Nitekim bu kelime bizim dilimizde de kullanılır. Sözgelimi biz ‘fâhiş fiyat’ veya ‘fâhiş hata’ gibi nitelemelerde bulunuruz. Açıktır ki, bununla, söz konusu noktalardaki aşırılığa dikkat çekmiş olmaktayız.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelime “فَاحِشَةً”16 şekliyle de geçer ki, buralarda doğrudan zina fiilinin fâhiş özelliğini niteleyici bir sıfat olarak kullanılır. Zaten ilgili âyetlerin öncesi ve sonrasına dikkatle bakıldığında bu ifadeyle zina anlamındaki fuhşun kastedildiği açıkça görülür. Ancak, üzerinde durduğumuz bu âyetteki ‘el-fahşâ’ kelimesi için böyle bir siyak söz konusu değildir. Bu itibarla, burada mutlak bir ifade olarak gelen fahşânın muhtevasına, kelimenin lügat anlamı içerisine girebilecek diğer fâhiş söz ve fiillerin de dâhil edilmesi gerekir. Bunun gibi, A’raf sûresinin “De ki: Allah fahşâyı emretmez… Rabbim adaleti emretmiştir.” şeklindeki 28. âyetinde yer alan fahşâ kelimesi de, adl kelimesinin mukabili/zıddı bir anlamda kullanılmıştır. Bu da bize bu kelimenin anlam alanının yalnızca zinayla sınırlı olmadığını göstermektedir.
Bu âyette geçen fahşâ kelimesinin karşılığı tefsirlerimizde genelde ‘zina’ olarak ele alınır. Tabiatıyla zinaya bakan yönüyle böyle bir yaklaşım isabetlidir; çünkü zina fiili de, ‘ırz/namus sınırlarının ihlâli anlamına gelmiş olması bakımından o da bir taşkınlık çeşididir; haddi aşmayı ve aşırı gitmeyi (fahişliği) ifade eder.’17 Ne var ki, insanın fahşâsı (fâhiş tavırları) içerisinde en yıkıcı olanı zina fiili olsa da o yalnızca bununla sınırlı değildir, zira fahşânın gerek itikadî, gerek ahlâkî gerekse amelî boyutta tezahürleri söz konusudur. Mevdudî, zina gibi, hak ve sınırların ihlâlinin söz konusu olduğu hırsızlık, soygun ve iftira/kazif gibi diğer bir kısım fiillerin de bu kavramın içerisine girdiğini18 söyler. Zira söz konusu bu fiillerin hepsinde başkalarının hak ve sınırlarına tecavüz söz konusudur.
2. Münker
İnkâr kelimesinin ism-i mef’ûlü olan münker, lügatte ‘tanınmayan, yadırganan’ anlamına gelir. Nitekim, bu kelimeyle ilgili olarak Tehanevî, ‘münker, maruf’un zıddı olup ‘şaz’ anlamında kullanılan bir kelimedir’ der.19
Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle ‘iyi olarak bilinen, kabul gören’ anlamındaki maruf kelimesinin zıddı olarak kullanılan20 münker kelimesi için çeşitli yorumlar getirilmiştir. Meselâ F. er-Razî bu kelimenin anlam içeriğini geniş bir perspektiften ele alarak, münkerin hem Allah’ı inkâr anlamına, hem de herhangi bir din ve âdette bilinmeyen (yer almayan) bir şey/fiil mânâsına gelebileceğini belirtmiştir.21 Diğer bir kısım âlimlerimiz de, münkeri belli bir açıdan ele alarak, onu ‘işleyenlerin yadırganmasına sebep olan davranışlar’ olarak görmüşlerdir.22 Ayrıca münkeri ‘aklın yadırgadığı/garipsediği şey’ olarak değerlendirenler de olmuştur.23 Ragıb el-İsfehanî ise münker için ‘çirkinliğine/kötülüğüne sahih akılların hükmettiği fiiller’ veya ‘çirkin veya güzel görülmesi konusunda aklın tevakkuf etmesiyle (susup durmasıyla) şer-i şerifin çirkinliğine hükmettiği fiiller’ şeklinde bir tarif getirir.24
Burada, ‘münkerin fahşâdan farkının ne olduğu?’ gibi bir soru akla gelebilir. Bu âyetle fahşâ ve münker şeklinde bir ayrıma giden Kur’ân, diğer birçok âyetinde ise olum suz hususların hepsini doğrudan ‘münker’ kelimesi altında toplar. Bundan da anlaşılıyor ki, ‘her fahşâ aynı zamanda bir münkerdir’25, şu kadar ki, münker söz ve tavırlar içerisinde başkalarının hak ve hukukunu ihlâl edici olanları burada ‘fahşâ’ gibi farklı bir isimle zikredilerek bu kısmın -toplumun huzur ve birlikteliğini etkileyici- tehlikelerine ayrıca dikkat çekilmiştir. Bu çerçevede Ebu Hayyan (v. 654) ise şöyle der: Fahşâ, dünyada haddi (şer’î müeyyideyi) âhirette ise cezayı gerektiren söz ve fiillerdir. Münker tutum ve fiillere gelince bunlar için dünyada cezaî bir müeyyide söz konusu değildir. Bunlar yalnızca âhirette sorumluluk ve cezayı gerektiren söz ve fillerdir.26
3. Bağy
Bağy, kök itibariyle ‘taleb etmek, bir şeyin peşinde olmak’ anlamlarına gelir. Şu kadar ki bağy normal bir talepten ziyade -ister hayra isterse şerre doğru olsun- insanın normalin üstündeki aşırı taleplerini ifade eder. Bu da iki kısımdır. Birincisi, adl sınırından ihsan’a doğrudur ki, bu övgüye layık bir taleptir. İkincisi, hak olandan bâtıla doğrudur ki bu ise zemme müstahaktır.27
Şüphesiz ki bu âyette söz konusu edilen bağy, yasaklanmış hususlarla ilgili olup kişinin, bir kısım nefsanî sâiklerle rahatsızlık duyduğu kişi/kişiler hakkında olumsuz arzu ve talepler içine girmesini ifade eder. Bir diğer anlatımla, bu türden bir bağy, kişinin doğrudan fiilî zulüm, i’tidâ ve tuğyânını ifade etmekten ziyade, onun bu fiiller için hazır durumda bulunduğu hâleti belirtir. Nitekim Zemahşerî bu kelimeye ‘zulümle (maksada) uzanma isteği’28 anlamını verir. Bu türden olumsuz duygular içinde bulunanların zulme yönelmeleri kaçınılmaz olur. İşte negatif anlamdaki bağyin kişiyi/toplumları sürüklemiş olduğu böyle bir sonuç itibariyledir ki, umumiyetle tefsirlerimizde bu kelimenin anlamı doğrudan ‘azgınlık veya zulüm’ olarak verilmiştir.
Sonuç olarak denilebilir ki, pozitif esaslarda birbirini netice verme hâli, burada da geçerlidir. Buna göre, fahşâ, münkerin, münker de bağyin kaynağıdır. Şöyle ki, insanın ölçüsüzlükten kaynaklanan haddi aşkın tavır ve fiilleri (fahşâ), zamanla onda münker olarak isimlendirdiğimiz diğer kötülüklerin hayat bulmasına zemin oluşturur. İnsan fıtratında evrensel doğru ve güzelliklerin aleyhine olarak hükmünü icra eden bu kötü düşünce ve fiiller (münker) ise, nihâyetinde insanı, sonu zulme varan haksız talep ve arzulara (bağye) sevkeder.
Bu izahlar ışığında âyetin açıklamalı mealini şu şekilde arz edebiliriz:
“Şüphesiz ki Allah, adli (düşünce ve fiilde istikamet içinde olmayı), ihsanı (gerek yerine getirilmesi istenen vecibeleri güzel bir surette ifa etmeyi, gerekse bu görevlerin ötesinde güzellik ve iyilik sergilemeyi) ve i’tâyı (ihsan şuurunun somut ve üstün bir örneği olarak yakınlardan başlamak suretiyle ihtiyaç sahiplerine vermeyi) emrediyor; (Ayrıca O) fahşâyı (ahlakî sınırları/ölçüleri aşan tavır ve adımları), münkeri (dinin ve selim fıtratın tanımadığı her türlü kötülük ve fenalığı) ve bağyi (sonu zulme varan haksız istek ve arzular peşinde olmayı) yasaklıyor. O düşünüp tutasınız diye size (böyle) öğüt veriyor.”
Sonuç
Hayır ve şerri özetleyen bu âyet, beşerin lehine ve aleyhine olan hususları en özlü şekilde ifade etmekte olup tek başına mücelletlere sığmayacak bir muhtevaya sahiptir. Bu ilahî beyan, pozitif ve negatif altı hususa dikkatleri çekmek suretiyle gerek ferdî, gerekse içtimaî hayatın huzur ve güvenliğini garanti altına alacak emir ve yasakları bildirir.
Kur’ân-ı Kerîm bu âyetiyle bir taraftan dengeli ve sağlıklı bir toplumun dayanağını teşkil eden adl, ihsan ve i’tâ gibi üç önemli esası bildirir, diğer taraftan hem bireyin hem de toplumun emniyetini ihlâl eden fahşâ, münker ve bağy gibi üç tehlikeli adımı gösterir.
Dipnotlar
1. Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyan, Beyrut 1995, 8/213.
2. Cürcanî, Kitabu’t-Tarifât, ts., ys., s. 147.
3. Beyzavî, Envaru’t-Tenzîl, Beyrut 1988, 1/555.
4. Bkz., Taberî, Camiu’l-Beyan, 8/213.
5. Bkz. Beyzavî, age., I, 555; Alûsî, a.g.e., 8/320.
6. Bkz. Cürcanî, Şerhu’l-Mevâkıf, Mısır tsz., 6/130.
7. Mesela bkz. Zemahşerî, el-Keşşaf, Beyrut 1995, 2/605; Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, İstanbul 1994, 2/697.
8. Âlusî, Rûhu’l-Meanî, Beyrut 1997, 8/321.
9. Bkz. Bakara sûresi, 2/262, 264.
10. İsfehanî, el-Müfredat, İstanbul 1986, s. 171.
11. Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’an, İstanbul 1986, 3/48-49.
13. İsfehanî, el-Müfredat, s.562; Firuzâbadî, el-Kamusu’l-Muhît,Beyrut tsz., 2/293.
14. Zemahşerî, el-Keşşaf, 2/605.
15. Cürcanî, et-Tarifât, s.165.
16. Mesela bkz., Âl-i İmran sûresi, 3/135; Nisa sûresi, 4/15, 19, 22.
17. Tabatabaî, el-Mizan, İran 1972, 12/233.
18. Mevdudî, a.g.e., 3/49.
19. Tehanevî, Keşşafu Istılahati’l-Fünûn, İstanbul 1983, 2/1393.
20. Mesela bkz. Al-i İmran sûresi, 3/104, 110, 114.
21. Razî, Mefatihu’l-Ğayb, Beyrut 2000, 20/82. Keza bkz., Yazır, a.g.e., 5/3118.
22. Bkz. Beydavî, Envaru’t-Tenzîl, 1/555; Alûsî, Ruhu’l-Meanî, 8/321.
23. Bkz. Zemahşerî, el-Keşşaf, 2/605; Nesefî, Tefsiru’n-Nesefî, İst., 1994, 2/697.
24. Bkz. İsfehanî, el-Müfredat, s.770.
25. Tabatabaî, el-Mîzan, 12/233.
26. Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhît, Lübnan 1992, 6/586.
27. İsfehanî, el-Müfredat, s.72.
28. Zemahşerî, el-Keşşaf, 2/605. Keza bkz., Nesefî, Tefsiru’n-Nesefî, 2/697. , Sayı: 81