Orijinal adı "en-Nebeu'l-Azim" olup, Türkçeye "En Mühim Mesaj: Kur'ân" adı ile çevrilen bu kitap1, yayınlandığı tarihten itibaren Mısır'da, bütün İslâm dünyasında pek büyük bir ilgi gördü. 1957 yılından beri dünyanın çeşitli yerlerinde basılmakta ve yayın piyasasından eksilmemektedir. "Kur'ân hakkında yeni mütalaalar" alt başlığını taşıyan kitap, küçük hacimli olmasına rağmen, yazarının önsözünden anlaşıldığına göre, ancak yirmi yılda olgunlaşmıştır. "Bundan yirmi küsur yıl önce üniversite kampüsünde dünyaya geldi. Ama o zaman sadece boynu ve göğsü belirmişti. Bütün azalarıyla mükemmel bir hilkate sahip olarak ancak şimdi tamamlanmış bulunuyor.2 Anlaşıldığına göre müellif, kitabın birinci bölümünün basılmasından sonra, hayli uzun zaman sürecek olan Fransa'daki ikameti sebebiyle, bu eseriyle meşgul olamamıştır. M. Draz, tefekkür vasfı, felsefi düşünceyle fikirlerini temellendirmesi, İslâmî ilimlere geniş vukufu, ayrıca Batı'nın bilimsel araştırma metodunu iyi bilmesi ve yazdıklarını Müslüman'ın teslimiyetine hitap etme yerine, İslâm aleyhinde peşin hükümlü olmayan gayrı müslimlere de hitap edecek tarzda yazması ve nihayet orijinal çalışan bir müellif olma gibi özellikleriyle, daha genç yaşından dikkatleri çekmiş, yaşça kendisinden büyük olan Menahilu'l-Irfan sahibi Abdülazîm Zerkanî, Tefsiru'l-Merağî sahibi Ahmed Mustafa el-Merağî, ayrıca Subhi Salih, Said Ramazan el-Buti vb. birçok ünlü müellif tarafından referans gösterilmiştir. Onun bu kitabı, Kur'ân'ın i'cazını en güzel, özlü ve kapsamlı bir tarzda anlatan nadir kitaplardandır.
Türkiye'de bu kitabı tanıyanlar, senelerce, ehl-i himmet birinin çıkıp onu Türkçe'ye çevirmesini temenni edip beklediler. Zannımca, tercümenin gecikmesinin en önemli sebebi, yazarın üslûbunun tercümeye pek cesaret vermemesi idi. Arapça'nın zengin imkânları, Arap edebiyatına vâkıf bir kalem sahibinin kabiliyetleri ile haşivden uzak, çokça uzun cümleler kullanarak, teksifî bir üslûpla yazılan bu eseri, İslâmî ilimlerin terim ve kavramlarını ifade etme gücü fakirleştirilmiş günümüz Türkçesiyle karşılama mecburiyeti, doğrusu cesaret kırıcıdır. Fakat kitabın dilimize kazandırılması da gerekiyordu. Zorluğunu bilerek bu işe giriştim ve genellikle metne bağlı kalırken, bazen kelime kelime çevirme yerine, mealen ifade etmeyi tercih ettim. bazen uzun cümleleri böldüm. Böylece metni muğlaklıktan uzaklaştırmak istedim. Fakat tercümede en önemli prensip vardır ki, ona hep sadık kaldım: Yani anlamaksızın çevirdiğim yer olmadı. Garip görünen bu durum, yani bazen çevirenin, cümlenin manâsını anlamadan kelimelerin karşılığını düzgün bir cümle hâlinde koyması, birçok tercümede görülmektedir. Tabiatıyla, mütercimin manâ çıkaramadığı cümleyi, okuyucu da lâyıkıyla anlama imkânı bulamamaktadır. Bu tercümeyi okuyanların sayısını bilemiyorum. Ama okumuş olan ilim ehli bütün arkadaşlar, tercümeyi okunaklı ve akıcı bulduklarını söylediler. Tercümenin birinci basımı 1985, ikinci basımı ise 1994 yılında yayınlandı.3 Bu kitap hakkında herhangi bir yazı çıktığını bilmiyorum. Oysa, bütün dünyada tanınan bir kitabın Türkçesinin bir yankısının olması beklenirdi. (Kendim çevirdiğim için değil, kitabın çok meşhur olmasından dolayı bu ilgi beklenirdi). Bu akıbet, sadece bu kitaba mahsus olmayıp, ülkemizde maalesef alışılmış olan genel bir durumdur. Meselâ M. Esed'in Kur'ân Mesajı4 adlı tefsir ve meali 1996 yılında yayınlandığı ve tahminen yüz bin nüsha civarında satıldığı hâlde, geçen beş yıl içinde, hakkında yazılmış bir değerlendirme bulunmayışı, bu tesbitimizin bariz bir delilidir. Oysa bu eserin yankı ve tepki uyandırması için daha fazla sebep bulunmaktadır. Yayın dünyamızda zaten alışılmış olan bu durumun, yakın bir gelecekte değişmesi zor görünüyor. Zira kitap yayıncılığının son yıllarda daha da zor duruma düştüğü intibaı var. Fakat bizim gayemiz, kitabın basımını ve satışını artırmak değil, gerçeği dile getirmek ve bu kitabı tanıtmaya katkıda bulunmaktır.
Yazar Muhammed Draz
Kitabın yazarı Muhammed Abdullah Draz Mısırlı olup, 1894 yılında dünyaya geldi. 1916'da Ezher Üniversitesi'nde yüksek lisansını tamamladı. Sonra, dinine ve ülkesine yararlı olacağını düşünerek, kendi gayretiyle Fransızca öğrendi. İngilizlere karşı istiklâl hareketi başlatan Sa'd Zağlul'un çalışmalarını fikrî yönden destekleyip, yabancı elçiliklerle temaslar kurdu. Fransızca yayınlanan Tan gazetesinde makaleler yayınladı. 1929 yılında Ezher Üniversitesi ihtisas kısmında öğretim üyeliğine tayin edildi. Daha sonra, batılıların araştırma metodlarına vâkıf olmak, onların İslâm hakkındaki çalışmalarını ve düşüncelerini yakından tanımak gayesiyle Ezher tarafından, incelemeler yapmak üzere Avrupa'da görevlendirildi. Bu ikameti, 1937"1948 arasında olmak üzere on iki sene sürdü. Bu dönemde Paris Sorbonne Üniversitesi'nde iki doktora tezi hazırladı. Bunlardan birincisi, Kur'ân'ın İlâhî vahiy eseri olup, hiçbir değişikliğe maruz kalmaksızın sonraki nesillere ulaştığını ispat eden, ikincisi ise Kur'ân'ın ahlâkî prensiplerini, felsefi ahlâk anlayışları ve diğer ahlâkî telâkkiler ile karşılaştırmalı olarak inceleyen bir çalışma olup, yazar, bununla Fransa'da en önemli doktora türü olan "devlet doktorası" ünvanını almıştır. Ülkesine döndükten sonra Ezher ve Kahire üniversitelerinde, bir taraftan da Daru'l-Ulûm Üniversitesi'nde profesör olarak öğretim hayatını sürdürdü. 1953'te Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine, ayrıca Radyo Yönetim Kurulu üyeliğine getirildi. Birçok uluslar arası bilimsel toplantıda yer aldı. 1958 yılında Pakistan'ın Lahor şehrindeki bir ilmi toplantıda "İslâm'ın diğer dinler karşısındaki tutumu ve onlarla münasebetleri" konusunda tebliğ sundu. Toplantı devam ederken, orada 64 yaşında vefat etti. Allah garik-i rahmet eylesin.
Merhum Muhammed Draz'ın eserleri
Onun başlıca kitapları şunlardır: 1- Initiation au Koran (Paris, 1950, Pres. Univ. de France). Bu kitap et-Ta'rif bi'l-Kur'ân adıyla Arapça'ya çevrilmiştir. Dr. Salih Akdemir tarafından Türkçe'ye çevirilip 1988'de Kur'ân'ın Anlaşılmasına Doğru, 2000'de ise, Kur'ân'a Giriş adı ile Ankara'da Kitabiyat neşriyatı içinde yayınlanmıştır). 2- La Morale du Koran (Paris, Pres. Univ. de France, 1950). Onun bu şaheseri, Düsturu'l-Ahlâk fi'l-Kur'ân adı ile Arapça'ya Kur'ân Ahlâkı adı ile, Prof. Dr. Emrullah Yüksel ve Prof. Dr. Ünver Günay tarafından Türkçe'ye çevrilip, İstanbul, İz Yayınlarından 1993'de yayınlanmıştır). 3- Ed-Din (Kahire, 1969. Dinler tarihine dairdir). 4- En-Nebeu'l-Azim, (Kahire, 1957). Bu eser üzerinde az sonra biraz daha ayrıntılı olarak duracağız. Ayrıca, İslâm'ın Aslı, İslâm'da Devletler Umumi Hukuku Esasları, İslâm'a Göre Riba (Faiz), İslâm'ın Savaş Konusunda Tutumu, İbadetler, İslâm'da Mes'uliyet Anlayışı, Felsefe ve Ahlâk Prensipleri gibi konularda tebliğ ve makaleleri bulunmaktadır.
M. Draz'ın kitapları hacim itibariyle fazla değildir. Ama onun bariz özelliği, incelediği konuları derinliğine tahlil etmesi ve orijinal bir tarzda işlemesindedir. Eserlerinde nakleden bir ilim adamı değil, tefekkür, muhakeme ve isbat eden bir düşünür damgası vardır. Doğu'yu ve Batı'yı iyi bilen bu zat, dînî esasları 20'nci asırda nasıl sunmak gerekiyorsa öylece anlatıyor, dengeli bir tarzda hareket ediyordu. Önceden yaşamış âlimlere itiraz etmeyi, çağdaş olmanın şartı sayan bazı "Avrupa görmüş"lerin aksine o, fikirlerini, selefin hakkını teslim eden saygılı ve Sünnî bir çizgide takdim etmiştir. Bu özellikleriyle, kendi ülkesinde klasik zihniyet taşıyanları olduğu kadar, çağdaş düşüncede olanları da tatmin ettiği gibi, bilimsel titizliği ile batılıların beklentilerine de uygun açıklamalar yapmıştır.
"EN MÜHİM MESAJ: KUR'ÂN"
Kitabın hedefi ve konusu
"En Mühim Mesaj: Kur'ân", Kur'ân'ın beşer kaynaklı olmasının imkânsız, mucizevî bir kitap olduğunu gösterme gayesine yöneliktir. Yazar bunu, Kur'ân'ın zahirdeki sahibi Hz. Muhammed (aleyhi's-selâm)'ın şahsiyeti, tertemiz sireti, dürüstlüğü, Allah'a olan teslimiyet ve bağlılığı, Kur'ân'ın ihtiva ettiği mazi, hâl (nüzul asrı) ve istikbale dair gaybî haberlerinin doğru çıkması, teşriî ahkâm ve prensiplerinin ferdî olduğu gibi toplumları da eğitmeye kâfî gelmesi, keza bilimsel keşiflere işaret etmesi, bilhassa üslûbu ile de bir lisan mucizesi oluşuyla açıklar.
Kur'ân'ın üslûbundan maksat, cümlelerin teşkil edilmesinde, kelimelerin seçiminde Kur'ân'a has olan anlatım tarzıdır. Dil kuralları ve kelimeler lisanda değişmediği hâlde, o dil ile yazanlar veya konuşanlar, ayrı ayrı üslûplara sahip bulunurlar. İşte Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyân da, kelimeleri ve cümle yapıları bakımından Arapça'nın dışına çıkmamakla birlikte, başka eserlerden hemen ayırt edilebilen kendine has bir ifade tarzına sahiptir. Aynı malzemeyi kullanan usta bir ressam ile, acemi bir ressamın ellerinden çıkan eserler arasındaki büyük fark, derhâl göze çarpar. Diğer bütün sanatlarda da durum böyledir. Bu; yaratılış, kabiliyet, ustalık, sanat ve zevk meselesidir. Aynen bunun gibi, mahir bir söz ustası, ifade tarzı ile muhatabının gönlünü ve aklını kapıp götürürken, sanatı düşük birinin sözündeki zayıflık ve tutarsızlıklar da, bu işten anlayanlar nezdinde, kendini hemen ele verir. Yazarımız bu üslûp meselesini ayrıntılı olarak işlemiştir ki, bu durum, Türk okuyucular için büyük bir önem arzetmektedir. Zira hemen hepimiz, "Kur'ân, bir belâğat mucizesidir" diye tekrarlarız. Fakat belâğat nedir, beliğ söz ne demektir, özellikleri nelerdir, üslûbu güzelleştiren hususlar nelerdir? gibi sorular karşısında söyleyeceğimiz şey hemen hemen bulunmaz.
Kitabın başlıca hususiyetleri
Kitabın hedefine kısaca değindikten sonra, onun başlıca hususiyetleri üzerinde durmaya devam edelim: Yazar birinci bölümde Kur'ân’ın manâsı, hadislerden farkı gibi konulara temas edip, kitabın ağırlığını teşkil eden ikinci bölümde "Kur'ân'ın kaynağı" meselesini inceler. Kur'ân'ın hem manâ hem lafız olarak Allah'ın kelâmı olup, Hz. Peygamber'in veya beşerden hiçbir kimsenin eseri olamayacağını gösterir. Eski ve yeni dönemdeki muarızlarca yapılan itirazları çürütür. Yazarın, sonuca doğru gidişinde sağlam bir mantık gücü hakimdir. O, iddiaları ve mevcut bütün ihtimalleri sıralayıp, yanlış olanları gerekçelerini belirterek çürütünce muhatabı, kalan tek ihtimal olarak doğruyu kabule mecbur bırakır. Meselâ, Kur'ân'ın kaynağı meselesini açıklarken konuyu şöyle geliştirir: Kur'ân, bir edebiyat şaheseridir. İhtiva ettiği ahlâk ilkeleri, kurtarıcı prensipler, güzel öğütler, içtimaî ve hukukî kurallar ile muazzam bir eserdir. Bir ilim hazinesidir. Verdiği gaybî haberlerle de hârikadır. Böyle bir kitabın sadece birkaç âyetine sahip olmak bile, bir düşünüre ve bir edibe şeref vermeye fazlasıyla yeter. Buna rağmen, Hz. Muhammed (a.s.), tebliğ ettiği bu kelâmın kendisine ait olmadığını söylüyor. İnsanların sahiplenmek için can atacakları böyle bir hazinenin kendisine ait olmadığını söylemesi karşısında, diğer insanlara düşen, bunu böylece kabul etmeleridir. Bazı kimselerin bunu kabul etmek için delile ihtiyaç duymalarına şaşırmak gerekir. Doğrusu, âdil bir hakimin böylesi bir davada, ilgilinin (davacının) diliyle ikrar ettiği şahitlikle yetinip, başkaca aklî veya naklî bir delil aramaksızın, karar vermesi gerekir. Zira bu, delil ve ispata muhtaç dava nevinden değil, kişiyi ilzam eden "ikrar" nevindendir ki, dost olsun, düşman olsun, söyleyenden, kabul etmekte tereddüt edilmez. Meselâ, bir ev konusunda, bir kişi "Bu ev benim değildir" derse, kimse ona, "Bunun senin mülkün olmadığını ispat et, delillerini ortaya koy!" demez, bilakis sadece ikrarını kabul etmekle yetinir.
Şu hâlde, Hz. Muhammed, Kur'ân'ın kaynağı olamayacağına göre, Kur'ân'ın zuhur ettiği ortamda ona sahip arama ihtimaline devam edecek olursak, Mekke muhitinin de ona kaynak olamayacağını anlarız. Hattâ Mekke dışında Medine Yahudileri veya Necran Hıristiyanları da kaynak olamazlar. Zira Kur'ân, Tevrat ve İncil'lerdeki bazı kıssaları ve bilgileri ihtiva etmekle beraber, bir çok hususta onların maruz kaldığı değişikliklerden bahseder; o konularda rahatça hakemlik yaparak, yanlışlarını belirtip işin gerçeğini bildirir. Onlardan bir iki şey öğrenen, yazmayı bile öğrenememiş, farazi bir öğrencinin kalkıp da öğretmenlerine karşı bu cesareti göstermesi mümkün değildir. Böylece diğer bütün ihtimaller düşünce, Hz. Muhammed (a.s.)'ın bildirdiği kaynağı kabul etmek gerekir.
Şeytan, bu sefer de şu soruyu telkin edebilir: "Bu eseri Allah'a isnad etmesi, sözüne nüfuz ve otorite kazandırmak içindir". Yazarımız buna karşı özetle şöyle der: "Onun Allah'a kuvvetli bir imanı ve bağlılığı olduğuna bütün hayatı şahittir. Keza etrafında yaşayan dost olsun, düşman olsun herkes, onun yalandan uzak olduğunda ittifak etmektedirler. İnsanlar hakkında doğru söyleyen bir kişi, hiç Allah adına yalan söyleyebilir mi? Ayrıca Hz. Muhammed (a.s.), ümmetine, kendi hadislerinin bildirdiği hükümlerin, aynen Kur'ân gibi geçerli olduğunu bildirmiştir. Yani herhangi bir hükmün farz veya haram olması için, mutlaka Kur'ân'da yer alması gerekmez. Hadîsle bildirdiği bir hüküm de geçerli olmak bakımından İslâm'da aynı durumdadır. Fakat bu gerçeğe rağmen o, kendi hadisleriyle Kur'ân'ı tamamen ayırıyordu. Hattâ, Kur'ân'la karıştırma ihtimali olur diye, çok uzun süren bir dönemde, hadislerinin yazılmasını yasaklamıştı. Diğer yönden, edebiyattan az çok anlayan kimse, Kur'ân ile hadis üslûbu arasındaki kesin farkı kolaylıkla anlar. Zira üslûplar arasında bariz fark vardır. Yazar, izahlarında sık sık Siyer'e müracaat ederek Hz. Peygamber (a.s.)'ın şahsiyetine, onun niyet ve fikirlerini yansıtan davranışlarına dikkat çeker.
Kur'ân'ın İlâhî kaynağını ispatlayan bir diğer husus
Kur'ân-ı Kerim'in İlâhî vahiy kaynağından geldiğinin tezahür ettiği bir başka taraf, bazı âyetlerin kesin anlamlarının, bazı ayrıntılarının veya sonuçlarının Hz. Peygamber tarafından bilinememesidir. Bazen yıllarca devam eden uzun bir sûreden sonra, ancak Allah Tealâ'nın bildirmesiyle o bunlara vâkıf olabiliyordu. İlâhî maksadın kesinleşmesine kadar onun yaptığı da, diğer muhataplar gibi Allah'ın iradesine teslimiyet göstermek oluyordu. Bu sözler kendisine ait olsaydı, manâsını bilmediği şeyleri söylemesini izah etmek mümkün olmazdı. Hem bu durum, onun liderlik özelliğini çevresine karşı çok sarsar, kendisini etkisiz ve gülünç duruma düşürürdü. Bunu kabul etmek makul olmadığına göre, Hz. Muhammed (a.s.)'ın, kendisine gelen vahye tabi olmaktan başka bir iş yapmadığı ortaya çıkar. Bu konuyu yazar şöyle açıklar: "İlâhî emirler Peygamberimize bazen mücmel veya müşkil bir tarzda gelirdi ki, Allah Tealâ bilahare bir açıklama bildirmeksizin, ne kendisi ne de ashabı, o emirlerden kesin maksadı anlayamazlardı. Allah için söyleyin: Hangi akıllı kimsenin aklı, kendisinin bile anlayamadığı sözler telkin edebilir, hikmetini bilemediği emirler verir? Bu durum da, onun âmir değil memur, söyleyen değil nakleden olduğunun açık delillerinden biri değil midir?"5
Yazar, bu hususla ilgili çeşitli örnekler verir. Onlardan biri, özet olarak şöyledir: Hicretin 6. yılında Hz. Peygamber ve 1500 kadar ashabı umre yapmak istediler. Zira Kureyş'in fırsat vermemesi sebebiyle yıllarca Kâbe'yi tavaftan mahrum kalmışlardı. Öte yandan, geçen zaman zarfında Müslümanlar kuvvetlenmiş, Kureyş ise bitkin düşmüştü. Hz. Peygamber isteseydi, umre için Mekke'ye yönelen Müslümanlar, güç kullanarak orayı fethedebilirlerdi. Fakat maksatları sırf ziyaret edip dönmekti. Ortalama on beş gün kadar süren, hem de ihram yasaklarının meşakkatleri ile ağırlaşan uzun bir yolculuktan sonra Mekke'nin hemen banliyösü durumunda olan Hudeybiye'de ilerlerken Hz. Peygamber (a.s.)'ın devesi çöktü, bütün gayretlere rağmen kalkıp devam etmedi. Hz. Peygamber: "Kasva'nın çökme huyu yoktur, fakat fili men eden, Kasva'yı da menetti" buyurdu.. Bununla şunu demek istemişti: "Vaktiyle Ebrehe'nin filini durduran ve Ashab-ı fil'i Mekke'ye girip savaşmaktan alıkoyan Allah, şimdi de bu deveyi durdurup, Müslümanlar'ı kuvvet kullanarak girmekten menetti." Hz. Peygamber, hikmetini bilmediği İlâhî işarete uyarak devesini Mekke'den döndürüp Hudeybiye'nin öte başında konakladı ve ashabının yürüyüşünü durdurdu. İletilen istek karşısında Kureyş, Hz. Peygamber ile ashabına ziyaret imkânı vermedi. Oysa Müslümanlar ihrama girmiş, kesecekleri kurbanlıkları sürüp getirmiş, kendilerini tam bir şekilde Beytullah'ı ziyarete hazırlamışlardı. Güçlü olduklarından, Mekke'ye girmekten onları durduracak hiçbir kuvvet bulunamazdı. Fakat müşrikler, ağır şartlar ileri sürdüler. Bildiğimiz gibi, Hz. Peygamber, Hudeybiye anlaşmasını imzalayarak bu ağır şartları kabul etti. Kâbe'yi ziyaret etmeyecekleri için, kurbanlıklarını orada boğazlayıp ihramdan çıkmalarını emretti. Resûlüllah'a olan sınırsız teslimiyetlerine rağmen ashab bu işe yanaşmadı. Hz. Ömer (r.a.) gibi bir zat, onların temsilcisi olarak: "Niçin dinimizi küçük düşürüyoruz?" diyerek, ashabın şiddetli arzularını dile getirdi. Hz. Peygamber, âdeta bütün ashabını karşısına almak pahasına, şöyle cevap verdi: "Ben, Allah'ın elçisiyim. O'na isyan edemem. Yardımcım O'dur." Bu sözüyle şu gerçeği anlatmak istiyordu: "Ben de bir emir kuluyum, yetki bende değildir." Bu ağır imtihanda hem Hz. Peygamber, hem ashab-ı kiram güçlükle elde edilen bir muvaffakiyet göstererek, sonuçta, bu müşkilin sırrının ne olduğunu anlamaksızın, ister istemez geri döndüler. Ta ki Fetih sûresi nazil oldu6 ve bu işteki yüksek hikmetleri ve müjdeleri bildirdi. Daha sonra bunlar da gerçekleşince, bir de baktılar ki, ilk bakışta zulüm ve kahır saydıkları bu geri dönüş, açık bir zafer imiş! Kaderin tedbirinin yanında beşerin tedbirinin ne hükmü olabilir ki?" Tabiîn'in büyük hadîs alimi Zührî şöyle demiştir: "İslâm tarihinde Hudeybiye zaferinden önceki hiçbir fetih, onun kadar büyük değildir. Zira daha önce, Müslümanlarla müşrikler karşılaşır karşılaşmaz kavga başlardı. Ama anlaşma yapılıp da savaş hâli kalkınca ve insanlar birbirlerinden emin olunca, karşılıklı konuşmalara girdiler. Bu müddet esnasında İslâm, aklı başında kime anlatıldıysa, mutlaka İslâm'a dahil oldu. Bu iki sene zarfında İslâm'a girenlerin sayısı, o zamana kadar (yani on dokuz yıl zarfında) Müslüman olanlarınkine ulaştı, hatta onu da geçti."7
Kur'ân'ın i'caz yönleri
Sonra yazar, gerçeği arayan tarafsız okuyucunun, Kur'ân'ın gerek kaynağı, gerek muhtevası ve gerekse tebliğcisi bakımından çok sağlam olduğunu anladıktan sonra, içinde sebebini tahlil edemediği bir arzusunun kaldığını, ona da cevap aradığını dile getirir: "Ruhum, Kur'ân'ı diğer kelamlardan fark ettiren ve onun lisan mucizesi oluş sırrını ihtiva eden hususiyet ve meziyetlerine dair dersleri biraz daha öğrenmeye müştaktır."8 Deriz ki: "İşte şimdi bizden çok mühim ve çok zor bir iş istediniz. Gerek mazide, gerek asrımızda birçok âlim ve edip bu işe teşebbüs etmişler, fakat neticede, kendilerine saklı kalan hususların, anladıklarından daha çok olduğunu itiraf etmişlerdir. Anladıklarından da ancak bir kısmını tavsif etmişlerdir. Onlardan sonra iş bize düştüğünde, bizim onlarınkinden başka bir yol tutarak bu küçük eserde i'caz sırrını size tam manâsıyla bildireceğimizi veya hissettiğimiz i'caz yönlerinin hepsini anlatacağımızı asla söyleyemeyiz. Biz sadece Kitabullah'ı dinler, okur veya düşünürken karşılaştığımız bazı hususiyetleri size anlatmak istiyoruz. Böylece belki de, diğer müelliflerin yazdığı çok eserlerde bulamadığınızı, bu hacmi küçük kitapta bulabilirsiniz". Muhterem yazar, tevazu göstererek böyle demesine rağmen, bu bölümden itibaren Kur'ân üslûbunun özelliklerini, hem teorik olarak açıklar, hem de pratik yönden örneklerle anlatır. Normal bir edebiyat kültürü olan çağdaş bir okuyucu, Arapça'yı bilmese bile M. Draz'ın anlatımından, Kur'ân üslûbunun mucizevi olduğunu anlama imkânı bulabilir. Yazarımız Kur'ân üsubunun başlıca özelliklerini şu başlıklar altında inceler: 1- Ölçülü lafız kullanarak manâya hakkını verme. 2- Aynı anda hem sıradan insanları, hem de seçkin bilginleri tatmin etme. 3- Aklı ikna ederken duyguları da doyurma.. 4- Yerine göre tafsilat veya özet verme.
Böylece Kur'ân'ın kaynağını ve ilk muhatabını tanıtarak onun vahiy eseri olduğunu ispat ettikten sonra yazar, Kur'ân üslûbunun ihtiva ettiği i'cazı ortaya koymaya, yani Kur'ân'ın Allah katından olduğunun delillerini bizzat Kur'ân'dan göstermeye yönelir. O, Kur'ân'ın beyan özelliklerini dört safhada anlatır: 1- Parça parça Kur'ân (tam manâ ifade eden en kısa parça, âyet veya cümle olarak). 2- Sûre sûre Kur'ân. 3- Sûreler arası münasebetleriyle Kur'ân. 4- Bütün olarak Kur'ân.
Yazarın burada ele aldığı önemli konulardan biri şudur: Kur'ân vahyi 23 yıl gibi uzun bir zamanda tamamlanmıştır. Yüzlerce değişik hâdiseler ve bir o kadar durumlar vesilesiyle âyetler gelmiştir. Peygamber Efendimiz, Cibril (a.s.)'ın talimatıyla âyetlerin yerini öğreniyor ve vahiy kâtiplerine onların nereye konulacağını bildiriyordu. Vahyin ne zaman ve nasıl tamamlanacağını bilmiyordu. Haşa, beşer kaynaklı olmuş olsaydı böyle bir kitap telifi, büyük bir dağınıklık ortaya çıkaracak, karma karışık bir durum görülecekti. Oysa, sûreler öyle bir bütünlük arzeder ki, sanki bir kerede telif edilmiş gibi bir tutarlılık kendini gösterir. Yazar bunu, en zor olan bir örnekte ayrıntılı olarak açıklar. O da, tamamlanması hicretin başından, Hz. Peygamber (a.s.)'ın vefatına kadar devam eden, on yıl gibi geniş bir zamana yayılan ve seksen ayrı merhâlede gelen vahiy parçalarıyla oluşan, Kur'ân'ın en uzun (48 sayfalık) Bakara sûresinin âyetleri arasında nasıl bir bütünlük olduğunu ortaya koyarak gerçekleştirdiği çalışmadır. Sûrenin mukaddimesi, başlıca dört maksadı, sonra bütünü hülasa eden sonuç kısmıyla nasıl bir bütünlük teşkil ettiğini uygulamalı olarak gösterir. Bu da, Kur'ân'ın mucizevî yönlerinden ayrı bir yön oluşturur. Bunu anlatmak için şu misâli verir: "Bir adam düşünelim: Üzerinde ne bir binanın, ne de bir enkazın olmadığı geniş bir vadiye girmiş olsun. Birdenbire bir zelzele, yahut semavî bir âfete maruz kalsın. Dağın tepesi açılıp o adamın yanı başına birkaç kaya parçası akmış olsun. Aradan az çok bir zaman geçtikten sonra ikinci veya üçüncü bir sarsıntı, kendisinin yanına demir madeni, altın ve gümüş parçaları fırlatsın. Bu adamın veya başka herhangi bir insanın, gelen bu dağınık parçalar veya gelmesi muhtemel olan diğer cüzlerle, her türlü levazımı ile büyük bir şehir kurmayı kararlaştırıp, hemen o anda plânlayarak inşa işine başlayacağını hiç düşünebilir misiniz? Adam ne bilsin, belki bu hâdiseler başka sefer hiç tekrarlanmayacaktır? Bir daha meydana gelse bile kaç defa olacağını nereden bilebilir ki? Muhtemel bir hareketten sonra düşecek maddenin çeşidini de bilmesi mümkün değildir (...) Hele bu bina işine eline, ilk tuğlalar geçer geçmez başlaması hiç düşünülemez. Başlayamaz ama, bu durumda bir şehir kurma macerasına giren bir adamın bulunduğunu farz edelim. Diyelim ki kader de yardım etti, arzuladığı bütün bina malzemesini hazırladı. Hiç düşünülebilir mi ki bu adam, Allah'ın tabiata koyduğu kanuna karşı bir maceraya girişip de, eline geçen her tuğlayı hemen ona en münasip düşecek ideal yerine koyabilsin? Tabiatı ile, bu tuğlaların inşa işindeki normal sırası ile onun eline geçmediğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bilakis parçalar rastgele gelmekte; irili ufaklı, değişik renkte, değişik hususiyetler taşımaktadırlar. Bazen temele konulacak unsurlar, sütunlar gelmeden, meselâ balkona konulması gereken parçalar yahut süsleme unsurları çıkmakta, birbirinden uzak binaların muhtelif yerlerine konulması lâzım gelen parçalar bir arada gelmektedir. Şayet bu şahıs, parçalar kendisinin eline geçer geçmez hemen onları muayyen yerlerine koysa, bilahare binanın cüzlerinin yerlerini değiştirmekten, yaklaştırıp uzaklaştırmaktan, alt üst etmekten başka çaresi kalmayacaktır (...) Fakat o ne? Adam son tuğlayı koyup elini kaldırır kaldırmaz, muntazam bir şehir arz-ı endam ediyor! Öyle bir intizam ki, hiçbir saray, hiçbir oda, hattâ hiçbir tuğla yok ki, mimarların takdir edeceği tarzda tam yerine yerleşmiş olmasın".9 Bu özetlememizin bile yazarın, Kur'ân'ın özelliklerini anlatmadaki ikna kabiliyetini göstermeye kâfi geleceğini sanıyorum.
Faziletli yazar, orijinal tesbitlerinden birini bildirdikten sonra şöyle diyerek kitabının metoduna değinir ki, bu önemli pasajı da iktibas ederek yazıma son vermekte yarar görmekteyim: "Allah biliyor ki bizim, ne orijinal görünmek merakımız, ne de ulemaya muhâlefet arzumuz vardır. Fakat bu mütalâalarımızı arz etmemizin sâiki; ilmi, bir emanet bilmemiz ve "kendisinden anladığımız en güzel manâyı söylemekle yükümlü olduğumuz" Kitabullah hakkındaki iyi niyetimizdir. Derste talebelere şifahi olarak arz ettiğimiz bu mütalâaları, satırlarda okuyuculara sunmamızın bir sebebi de, okuyucular arasında, talebelerin göremedikleri tenkit yerlerine nüfuz edebileceklerin bulunması ümididir. Bu, dinin esaslarından herhangi birine dokunmayan, haramı helâl, helâli ise haram hâle getirmeyen, muhakeme ve mütalâaya imkân veren bir sahaya aittir. Allah'ın, Kendi kitabı hakkında bir anlayış bağışladığı her Müslüman'a bu kapı açık bulunmaktadır. Arz ettiğimiz üzere, aklî muhakeme seyrinde, itidal, teenni ve bu yürüyüşte lisan ve din lambalarıyla yolunu aydınlatmak şartıyla!.. Tevfik Allah'tandır".10
Dipnotlar
1 Prof. Dr. Muhammed Draz, En Mühim Mesaj: Kur'ân, 1994, XVI+302 s.
2 En Mühim Mesaj, s.VII.
3 Akçağ Yayınları, Ankara, 1985, İzmir, 1994.
4 İstanbul, İşaret Yay., (Çev. Cahit Koytak ve Ahmet Ertürk), 1996.
5 En Mühim Mesaj: Kur'ân, s.27 vd.
6 Fetih sûresi 24-27.
7 En Mühim Mesaj : Kur'ân, s.29.
8 En Mühim Mesaj: Kur'ân, s.122.
9 En Mühim Mesaj: Kur'ân, s.177"179.
10 En Mühim Mesaj: Kur'ân, s.205.
gayet guzel