"Entelijansiyanın yabancılaşması"
İkinci Meşrutiyet'in ilanının ilk dönemlerinde Kur'an'ın Türkçe tercüme ve tefsiriyle alakalı olarak gazete ve dergilerde ciddi bir münakaşa başlayınca, Mustafa Sabri Efendi ile Ahmed Midhat Efendi arasında önemli bir kalem mücadelesi baş göstermişti. Daha sonra, bu konuda bir çok makale ve kitaplar yazıldı. Seyyid Süleyman Tevfık el-Hüseyni (v. 1939), II. Abdülhamit dönenimde Kur'an'ı Türkçe'ye çevirmiş ve fakat yayımlayamamış, Cumhuriyet'in ilanından sonra yayımlamıştır. Ubeydullah Efendi: "Biz Türkler örgün eğitimi yaygınlaştırmak için, öğretim metotlarını kendimize mahsus yolda düzenlemeye muhtacız. Fakat dini öğretmek ve anlamak için her halde Kur'an ve hadisleri tamamıyla Türkçe'ye tercüme etmek mecburiyetindeyiz. İçimizde, dini Arapça öğrenmek isteyenlere kimse mani olamaz. Fakat dinin Arapça'ya inhisarını kesinlikle kabul edemeyiz. Dinin yalnız Arapça'ya inhisar edilmesinden dolayı, Arapça bilmeyip dinin hakikatlerini öğrenmek isteyenler Kur'an'ı Fransızca'dan, İngilizce'den okuyup anlamaya çalışıyorlar." diyerek, bu konudaki hedef ve arzularını dile getirmiştir.
Cemil Meriç'in, Volney ve Baron de Tott gibi "müseccel İslam ve Türk düşmanlarının şakirdi" olarak tanıttığı Münif Paşa, İmam-ı A'zam'a atıfla, Kur'an'ın, her milletin kendi dilinde okunabileceğini savunur.2
Kur'an'ın Türkçe'ye çevirisi ile ulusalcılık düşüncesi arasında sıkı bir irtibat kurmak isteyen çok kimse olmuş ve bu konuda kitaplar yazmışlardır. "Türkçe Ezan, Türkçe Namaz Farzdır." iddiaları da yine bu tip kitapların iddiaları içerisindedir. Kur'an'daki sure isimlerini dahi Türkçe'ye çevirme çevirme garabetine girilmiştir.
Cemil Meriç, harflerimizin değiştirilmesi fikrinin batı kaynaklı olduğunu anlatır: "Harflerimizi değiştirmemizi ilk defa teklif eden İslam düşmanı Volney'dir. Münif Paşa'nın hocasıdır. Dil davası yoktur; entelijansiyanın yabancılaşması, başkalaşması, düşmanlaşması vardır."3 Cemil Meric'e göre Türkiye'de halk kendi kitaplarını, aydın ise Batı'nm kitaplarını okur ve Batılı Kur'an'daki kelimelere tahammül edememiştir.4
Ziya Gökalp (1876-1924), türkçülüğü savunurken, din kitaplarının, hutbelerin, vaazların Türkçe olmasını istiyordu. Bunu da şu gerekçeye dayandırıyordu: "Bir millet dini kitaplarını okuyup anlamazsa, dinin hakiki mahiyetini öğrenemez. İbadetten alınacak vecd de, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır."5 Ziya Gökalp bu isteğini şiirle de dile getirir:
Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur'an okunur,
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın;
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Buna rağmen Ziya Gökalp, namazda okunan sureleri, "Türkçe Kur'an" talebinin dışında tutuyor, onların aslından okunması gerektiğini söylüyordu.7
Türkiye'de "Kur'an'ın Türkçe tercümesi" ile ibadet meselesi tartışılırken, Muhammed Ferid Vecdi (ö. 1374/1954) ve Ahmed Mustafa el-Meraği (ö. 1364/1945), Mısır'dan buna destek veriyorlardı. Meraği, "harfi (motomot) terceme" ile ibadeti caiz görüyordu ki,8 böyle bir tercümenin değil Kur'an için, herhangi bir kitap için bile mümkün olmadığı malumdur.9 Cemil Meriç, "Bir düşünceyi ifade edecek çeşitli kelimeler arasında yalnız bir tanesi doğru, yalnız bir tanesi güzel, yalnız bir tanesi yerindedir. Üslup demek, bu kelimeyi keşfetmek demektir." der.10 Türkçe'den Türkçe'ye dahi dengi dengine bir tercüme yapılamayacağını kaydeden Meriç, verdiği şu örneklerle bu fikrini destekler. "Bugünkü dilde "efrad-ı nas"ın karşılığı yoktur. Efrad-ı nas, "halk" değildir. Halk, mütecanis bir bütündür. Hem "hadisat"ı, hem "vukuat"ı, hem "vekayi"i, "olay"la karşılamak tercüme değil, ihanettir. "Hafaya"nın Türkçesi "gizli şeyler". "Serair"in Türkçesi de "gizli şeyler". Ama "hafaya" başka, "serair" başkadır."11
Rafa kaldırılan deneme
Bir çok tartışmanın ardından Kur'an, daha önce de bazı çevirileri yapılmış olmakla birlikte, 1931 nisanında yeniden Türkçe'ye çevrildi ve Türkçe açıklamalarıyla yayımlandı. 1932 yılı ocak ayında bu çeviriden alınma parça, ilk kez İstanbul'da bir camide açıkça okundu.12
Mustafa Kemal, Kur'an'ın, özellikle namazda Türkçe okunmasını ısrarla istemiş ve fakat bunun nasıl komik bir durum ortaya çıkardığını görünce, meseleyi sonuna kadar takip etmemiştir. Onun maksadı, Kur'an'a inanan ve O'nun arkasından giden Türklerin Kur'an'ın muhtevasından haberdar olmalarıydı.13 1931 Ramazanı'nın 15'inden itibaren, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal, Hafız Sadettin, Hafız Burhan, Hafız Fahri, Hafız Nuri, Hafız Yaşar, Hafız Zeki ve Sultan Selimli Hafız Rıza gibi hafızları saraya çağırmış ve onlara, "inkılabımın son merhalesini siz yapacaksınız hafız beyler!" diye iltifat etmişti. Fakat buraya davet edilen hafızlar, Kur'an ve ezanda ne türlü bir inkılap olacağını henüz bilmiyorlardı. Bu durumu ayrıntılarıyla onlara Maarif Vekili Reşit Galip açıkladı: "Camilerde Türkçe Kur'an okuyacaksınız. İşte size birer tane Kur'an veriyoruz. Evet bu tercüme, belki iyi değildir. Çünkü Arapça'dan Fransızca'ya ve ondan da Türkçe'ye yapılmıştır. Bununla beraber, Ankara'da daha iyi bir Kur'an tercümesi yaptırılmaktadır."14 Hangi hafızın nerede ve hangi surenin neresinden okuyacağı da özenle seçiliyordu ve bu liste bir gün önce gazetelere verilmişti. Hafız Rıza'nın dediğine göre, bu taksimatta kendine ikindi namazından sonra Beyazıt Camii'nde Kur'an okuması söylenmişti. Hafız Rıza, camiye vardığında çok kalabalık bir cemaatin kendini beklediğini görür. Türkçe mensur bir Kur'an ' ibaresini okuyacağı için çok heyecanlı olan hafız, bu işin pek yürüyemeyeceğini de önceden sezmiş gibi idi. Halkın meraklı bakışları arasında Kur'an'ın Türkçe tercümesini okudu ama, orada bulunanların naklettiğine göre bu iş pek beğenilmemişti.
Daha sonra Mustafa Kemal'in bizzat kendisi, Fatiha Suresi'nin Türkçe tercümesini hafızların karşısında okudu ve onlar da bunu çok beğenmiş göründüler. Cumhurreisi, okuduğu şekilde, hazır bulunan hafızlardan, Ayasofya'da okumalarını istedi. Ayasofya'da kalabalık bir cemaat teravih namazını kıldıktan sonra Kur'an'ın Türkçe tercümesi okundu. Hafızlar içinde en iyi Hafız Sadettin okumuş ve Cumhurresi de onun okuyuşunu beğenmişti.
Bu şekilde bir yıl Kur'an'ın Türkçe tercümesini okuma egzersizi yapıldı ama halk, Kur'an'ı asli diliyle, anlamını da Türkçe olarak dinlemeyi daha münasip gördü. Hafız Sadettin, bu son durumu şöyle anlatıyor: "Bir gün Fatih Camii'nde Kur'an'ı Arapça okuyup bitirdikten sonra cemaate hitaben: 'Dinlediğiniz surenin şimdi Türkçe anlamını okuyacağım!' dedim. Fatır Suresi'nin tercümesini okumağa başladım. Cemaat bu okuyuştan etkilenmiş ve memnun olmuştular. 'Hafız Efendi, biraz daha oku!' diyerek bu hitabet tarzında okuyuşun yerinde ve uygun olduğunu söylediler ve 'Allah razı olsun, dinimizi anladık, Allah ne buyurmuş öğrendik!' dediler." Hafız Sadettin'in ifadelerinden de anlaşılacağı üzere halk, Kur'an'ın Arapça lafızlarla okunmasını ve peşinden de Türkçe açıklamasının okunmasını beğenmiştir.
Kur'an'ın Al-i İmran Suresi 163.ayeti; Enfal Suresi 47, 62 ve 67. ayetleri; Saf Suresi 4, 11, 12 ve 13. ayetleri; adiyat Suresi'nin Türkçe mealleri, hitabet tarzında T.B.M.M'de de okunmuş ve takdir almıştır.
Kur'an'ın Türkçe anlamını okuma tecrübelerine bizzat Mustafa Kemal de katılmıştır. Bir gün böyle bir toplantıda, Hafız Sadettin'den Nisa Suresi'nin "kendileriyle evlenilmesi yasak edilen kadınlar"ın zikredildiği ayetin ve en tecmau beyne'l-uhteyni illa ma kad selef; innallahe kane ğafuran rahima (4:23) kısmının tercümesini okumasını ister. Fakat ayet, "İki hemşireyi nikah etmeyiniz. Bir emir vaki olmuş ise Allah gafur ve rahim'dir." şeklindedir. Burada Atatürk yüksek sesle: "Konya'ya git, orada karının hemşiresini bilmeden al, sonra da bir emir vaki oldu, Allah gafurdur ve rahimdir de ha! Bu bir ...dır!" der. Bu sözler ve bu anlayış üzerine herkes derin bir sessizliğe ve acı bir korkuya düşer. Hemen Hafız Sadettin ayağa kalkar: "Atatürk'üm. Burası yanlış tercüme edilmiştir, ayetin asıl manası şöyledir." der ve ayetin doğru anlamını verir: "İki hemşireyi bir zamanda nikahınızda bulundurmayınız. Ancak birini bıraktıktan, yahut öldükten sonra ötekini alınız. Bir emir vaki olmuşsa değil, illa ma kad selef: yani, Kur'an'ın nazil olduğu tarihten, İslamiyet'ten önce vaki olan evlenmeler müstesnadır. Bunlardan dolayı Allah, sizleri muhatap tutmaz. Gafur ve Rahim olan Allah, bu müsaadesiyle bu özellikte bulunan birçok kadınların kocasız kalmasına yol açacak hareketi lütfen bağışlıyor, demektir." diye izahta bulunur. Atatürk bu açıklamayı sonuna kadar ciddi bir dikkatle dinler.15 Bu yanlış tercümeden dolayı, bu tür uygulamalara ara verilir.
Buradaki yanlış tercüme gibi, onu tashih adına Hafız Sadettin'in yaptığı açıklama da doğru değildir. Elmalılı Hamdi Yazır, buradaki "önce geçenler müstesna" ifadesini, önceki peygamberlerin şeriatındaki kural olarak anlar ve öyle tefsir eder. Çoğu alimler, Hafız Sadettin'in söylediği gibi anlamışsa da, bu ayet indikten sonra, Hafız Sadettin'in zannettiği gibi, iki kız kardeşin nikah altında tutulmaya devam edilebileceği neticesini çıkarmamış, ayet inmeden önceki evliliklerin sorumluluk sebebi olmayacağını, buna mukabil, ayet indikten sonra iki kız kardeşten birinin boşanması gerektiği sonucuna varmışlardır. İşte, başka dilde tercümelerin motamot yapılması mümkün olmadığı gibi, açıklama gerektirdiği ortadadır. Bu açıklamalar da, öncelikle Sünnet'e, Peygamber Efendimiz'in ayetleri nasıl anlayıp, nasıl uyguladığına dayanmak zorundadır. Gereken bu açıklamaların da tercüme değil, tefsire gireceği açıktır.
Burada dikkat çekilmesi gereken ikinci bir husus, Mustafa Kemal'in bu işi, mutlaka başarmak istediği ama buna ömrünün yetmediği iddiasının doğru olmadığıdır. O, bu işe 1931'de teşebbüs etmiş, bir yıllık denemelerin sonunda imkansızlığını görünce de rafa kaldırmıştır. Ki, rafa kaldırdıktan sonra 6 yıl daha yaşamıştır. Nitekim, Nihat Sami Banarlı, "Atatürk böyle istiyordu veya böyle istemiyordu" diye, onun hatırasına yaslanarak bu konunun tekrar ele alınmanın hata olacağını söyler ve Atatürk'ün bu konudaki tavrını dile getirir. Bu konuda, onun önemli bir fikir ve sanat adamına -Yahya Kemal- danıştığını, onun da şu cevabı verdiğini kaydeder:
Paşam, Kur'an bir ilim kitabı değil, bir iman kitabıdır. Müslüman Türk halkı O'nu söz olarak değil, ses olarak okur, anlayamadığı yerlerini de sesin tesiriyle hissetmeye alışmıştır.
Kur'an'ın tercüme ve tefsiri, din alimlerine ait bir mevzudur. Bin üç yüz bu kadar sene geniş bir dünyada inanılmış ve inanılmakta olan Kur'an'ı, O'nu anlayamayanların elinde ziyan etmek doğru olmaz. Kur'an üzerinde çalışmayı, Avrupai ilimle mücehhez olarak yetiştireceğimiz din alimlerimize bırakmalıyız.16
Yahya Kemal'in ezan ve Kur'an hakkındaki mütalaası, onların aslıyla okunması yönündedir: "Ezan bir ses'tir. Minarelerden yükselerek, Müslümanların gönlüne dolan bir musikidir. Ayasofya'da ilk defa hangi kelimelerle okunmuşsa, onu öyle muhafaza etmek lazımdır. Ezana bu sesi, bu musikiyi biz verdiğimiz için, bu ses millidir."17
Kudret gazetesinin başyazarı ve Milli Eğitim eski bakanlarından Hikmet Bayur da Arapça ezan yasağının manasızlığını savunanlardan biridir. Şevket Süreyya Aydemir de Atatürk'ün, bir çok mesele gibi, Kur'an'ın Türkçe mealiyle namaz kılma projesinden vaz geçtiğini anlatır ve Afet İnan'dan Mustafa Kemal'in "Ben Luther olmayacağım," sözünü aktarır.18
Peyami Safa, Türk İnkılabı'nda, gelenek arasında resmi kıymetlerin muhafaza edildiğini kaydediyor. Ona göre Türk inkilabı, dini ananeler arasından, yalnız medeni inkişafa engel olan adetleri tasfıye etmiş, ötekilere; gene laiklik prensibinden dolayı, müdahaleyi düşünmemiştir. Bilakis, bu ananeler arasında' Ramazan ve dini bayramlar gibi resmi kıymetlerini muhafaza edenler bile vardır.19
Arapça Aleyhtarlığı ve İnönü dönemi
O dönemde Arapça aleyhtarlığı had safhada idi. Besim Atalay, "Alemde en büyük mucize (tansu) Arapça gibi ilkel bir dille, Kur'an-ı Kerim gibi yüksek belağati bulunan bir kitabın gelmiş olmasıdır." diyordu.20 Aynı zamanda, "Garibü'l-Kur'an" ilminin ve bu konuda yazılan kitapların da bu maksatla ortaya çıktığını ileri sürüyordu.21 Oysa gerçek hiç de böyle değildi. Arapça, o zaman da yüksek bir lisandı. Kur'an-ı Kerim, ona çok büyük katkıda bulunmuş ise de, yapısı, grametik oluşu, kelime ve kelime türetme zenginliği, telaffuzundaki musiki, harekelerin ve çekerlerin varlığı gibi sebeplerle, bir başka lisan Kur'an'a dil olamazdı ve bugün de olamaz. Bu, açık ve ilmi bir dil gerçeğidir. Garibü'l-Kur'an ilmi de, Arapça sebebiyle vücud bulmamıştır. Kur'an, alabildiğine engin, mana içinde mana bulunan bir kitaptır; Allah Kelamı'dır. Hakkında sayısız kitap telif edilmiş, ilimler vücut bulmuştur. Çok ifadeleri, O, her zaman, her çağda, her seviyede hitap ettiği için, sembolik olmakla ve teşbih, temsil, mecaz, istiare gibi sanatlar ihtiva etmekle, elbette açıklanması gerekir. Garibü'l-Kur'an, bu maksatla doğmuş ilimlerden biridir; Arapça'nın yetersizliğinden değil, Kur'an'ın belağatinden kaynaklanmıştır.
İsmet İnönü döneminde de "Türkçe İbadet" ve "Türkçe Kur'an" meselesi gündeme getirilmiştir. Bu dönemde, aynı zamanda Kur'an adına talihsiz bir sürecin yaşandığı da tarihi bir vakıadır. CHP'nin 1945 yılında yapmış olduğu kurultayda alınan kararlar arasında, Kur'an-ı Kerim'in Türkçe okunması, ibadet usul ve zamanının yeniden tanzim edilmesi gibi "yeni" ve "değişik" kararlar alınır.22 Hasan Ali Yücel, "Türkçe Kur'an" ve "Türkçe Resmi İbadet Dili" projelerini İnönü'ye kabul ettirmek konusundaki ısrarlarına rağmen, İnönü, bu işe yanaşmamıştır.23
İmam-ı A'zam Efendimiz ve Hanefilerin noktai nazarı
Şüphesiz bu konuda birçok eser ve makale yazılmıştır. Bunların içinde en çok ses getireni, İsmail Hakkı İzmirli ile Şerafettin Yaltkaya'nın birlikte yazmış oldukları makaledir.
Bu ikilinin iddiasına göre, Hanefi imamlarına göre Kur'an'ın nazmı/lafzı asli rükün olmayıp, manaya delalet eden tercüme ile namazda kıraat caizdir. İmam A'zam'a göre Kur'an-ı Kerim'i iyi okuyabilsin, iyi okuyamasın; kadir olsun, aciz olsun, her kim hakkında olursa olsun tercüme ile kıraat sahih ise de, İmameyn'e göre, ancak Kur'an'ı okumaktan aciz olan kimse, tercümesiyle namaz kılabilir. İmam A'zam'ın diğer bir talebesi Nuh İbn Ebi Meryem'in (173/789) rivayetine göre İmam A'zam, daha sonra İmameyn'in görüşüne dönmüştür."24
Hemen hemen bütün köklü tartışmalara mesnet teşkil eden ana metin Serahsi'nin "el-Mebsut" adlı eserindedir. Burada kayıtlı bulunan metinde, İmam Azam'ın Kur'an'ın bir başta dilde tercümesinin okunması yönündeki görüşüne baktığımızda, "yukrahu" kaydını görürüz ki, bu durumda İmam-ı A'zam, meselenin "mekruh" olduğunu ifade etmektedir. Fakat her nedense İsmail Hakkı İzmirli ile Şerafettin Yaltkaya, yazdıkları bu makalede konjonktürel davranmışlardır.
İğrenmek, tiksinmek vs. manasındaki "kerahet" mastarından gelen ism-i mef ul kipindeki "Mekruh" teriminin anlamı, İmam-ı A'zam'a göre "harama yakın olan şeydir"25 ve tercih edilen de budur.
İsmail Hakkı İzmirli ve onun gibi Kur'an'ın Türkçe mealiyle namaz kılmayı caiz görenlerin fetvaları, Osman Keskioğlu gibi kimseler tarafından hararetle savunulup alkışlanırken26, çoğunluk tarafından çok sert eleştiriler almıştır.27 O kadar ki, bu tutum içinde olanlar, "İslam'ın protestanları" olarak nitelenmişlerdir.28 Hatta bu dönemde, Türkçe harflerle Kur'an'ın yazılmasına da karşı çıkılmış ve bu konuda "Türk harfleri ile Kur'an yazılabilir. İşte ben yazıyorum." diyen Şemseddin Günaltay, kınanmıştır.29 Burada çok ilgi çekici bir nokta vardır ki, bu tür tartışmalar, nedense hep askeri ihtilallerden sonra olmaktadır. Sözünü ettiğimiz tartışma, 27 Mayıs'ın hemen arkasından gelmişti; şimdi de 28 Şubat "postmodern" darbesi sürecinde bulunuyoruz. Burada akla, ister istemez, "acaba ihtilallere dayanılarak İslam'a karşı daha öte tuzaklar mı kurulmak isteniyor?" sorusu gelmektedir.
Bir dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'nin yardımcılığını yapan merhum Ahmed Hamdi Akseki bu konuda sıkıştırılmıştı. Kendisinden defalarca Türkçe ibadet için fetva istenmiş, fakat o vermemişti. Hikmet Bayur, kendisine, "Zat-ı aliniz Hanefi misiniz?" diye sorunca, o, "Müslümanım" cevabını vermişti. İsmail Hakkı İzmirli'nin fetvasını hatırlatılınca da, "Hocamdır ama, isteğe göre fetva verir." mukabelesinde bulunmuş,30 ardından da, Ebu Hanife'nin, fetvasından döndüğünü söylemişti.
Fıkıh Usulü kitaplarında, Kur'an-ı Kerim'e Kur'an hükmü verilebilmesi için bize tevatür yolu ile nakledilmiş olması şart koşulur ve şart olan bu tevatürde yazı da dahildir. Çünkü, Kur'an'ın tarifi şöyle yapılmıştır: "Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber'e indirilip, O'ndan tevatür yoluyla bize nakledilen ve mushaflarm iki kapağı arasında yazılı bulunan Arapça İlahi Kitap'tır. Kur'an hem lafzın, hem de mananın ismidir." 31 İbn Haldun da aynı tarifi yapar.32
"Tevatür yolu ile nakledilen" ve "Arapça" tabirlerinden, tevatürle nakledilmeyen, yani Peygamber Efendimiz'den bu yana bütün Müslümanlarca kabul edilmiş Kur'an olarak gelmeyen herhangi bir kitap "Kur'an" sayılmayacağı gibi; Türkçe veya başka bir dille Kur'an'ın olamayacağı anlamı çıkmaktadır. Hem, Kur'an sözcüğü has bir lafızdır ve az önce tarifi yapılan kitabı ifade etmektedir. Has bir lafız ise, delalet ettiği şeyi kesin bir tarzda ifade eder. Şu halde, Kur'an lafzının sair semavi kitaplara şümulü bulunmadığı gibi, Kur'an tercümelerine de asla şümulü bulunmaz.
Mütevatir kıraatların dışında, İbn Mesud ve Ubey İbn Ka'b gibi büyük ve bu sahada otorite olan sahabinin şaz rivayetleri ile elde edilen kıraatlerle bile namaz sahih sayılmazken, senedi belli olmayan ve İmam-ı A'zam'a atfedilen tek bir görüşe dayanarak nasıl caiz olur? Kaldı ki, Hanefiler, namazda Kur'an'ın ve teşehhüdde dualarda, Kur'an'dan ve Efendimiz'den sahih olarak nakledilen duaların dışındaki bir okumanın namazı bozacağı konusunda müttefiktirler ve bu konuda, diğer mezheplerden çok daha titizdirler. Kaldı ki, bir başka dilde okumaya cevaz versinler? İmam A'zam, sonradan dönmüş olmakla birlikte, baştan belli şartlara bağlı olarak şaz bir fetva vermiş bile olsa, bu fetvası münferit kalmış ve onunla amel edilmediği gibi, Hanefi Mezhebi'ne ait bir fetva ve kural olarak sayılmamış, sair mezhepler, onların imamları ve bütün müçtehidler arasında benzer bir fetvaya, hatta görüşe rastlanmamıştır.33
Ali Fuad Başgil, "İbadet dili" üzerinde durur. Ona göre, dinlerin kendilerine mahsus ve bünyelerinin mantığına uygun akideleri ve usulleri olduğu gibi, birer de ibadet ve dua dili vardır. Bu dil, o dine mahsus olarak ve o dinin nasları ile asırlar içindeki teamülleriyle yerleşip kökleşir. Mesela, Hıristiyanlık'ta Katolik kilisesinin ibadet dili Latince'dir. Müslümanlığın ibadet dili de Arapça'dır. Çünkü, İslam'ın mukaddes kitabı olan Kur'an, Arapça'dır. Müslüman ferdin ibadet hakkı, ibadeti İslam dinince yerleşmiş olan usul, adap ve lisan ile, yani Kur'an diliyle yapabilmesini icap eder. İslam Dini'ne mahsus ibadetlerin usul, adap ve lisanı üzerine herhangi bir düşünce ile oynamak ve bunları gelişi güzel değiştirmeye kalkışmak ve mesela "ezan"ı asırlardan beri Dünya'nın dört köşesinde günde beş defa okunduğu dilden başka bir lisanda okutmağa zorlamak, yalnız diyanete değil, aynı zamanda Müslüman vatandaşın ibadet ve dua hakkına da zalimce tecavüzdür.34 Görüldüğü gibi, meseleye çok ciddi bakan Ali Fuad Başgil, neticenin çok vahim olacağı uyarısında bulunuyor ve devamla şunları kaydediyor:
Tekrar edelim ki, İslam'ın ibadet dili Kur'an'dır. Kur'an ise, kelimesi ve lafzı ile, ruhu ve manası ile Kur'an'dır. Tercüme Kur'an, Kur'an değildir ve tercüme Kur'an ile yapılan ibadet, İslami ibadet değildir. Esasen Kur'an'ı başka bir dile çevirmek hem imkansızdır, hem de manasız ve faydasızdır. Çünkü bu İlahi Kitap, en sembolik bir müzikten ve en lirik bir şiirden daha ince bir zevk, bir mana ve işaret taşımakta ve hiçbir lisanın ifade edemeyeceği kadar geniş ve zengin bir muhtevayı kucaklamaktadır. Kur'an, ne "nazım"dır; ne de "nesir"dir. Bu İlahi Kitab'ın dili ve ifade şekli, insanlara mahsus olan dillerin ve ifade şekillerinin hiç biri gibi değildir. Bunun içindir ki, Kur'an'ın en kısa bir suresi bile en namlı şairler tarafından da taklit edilememiş ve onun bir benzeri ortaya konulamamıştır. Yine bunun içindir ki, ahir zaman Peygamberi'nin en büyük mucizesi Kur'an-ı Kerim olmuştur. Alelade bir şiirin bile yazıldığı dilden başka bir dile çevrilemediği herkesçe bilinen bir hakikat iken, Kur'an gibi bir eserin bütün incelikleri ve İlahi işaret ve delaletleriyle bir dile tercümesi elbette imkansızdır. Hatta yalnız imkansız değil, hem de manasız ve faydasızdır. Çünkü Kur'an ne bir mektep kitabı, ne de bir laboratuar rehberidir. O, cana hitap eden İlahi bir eserdir. Böyle bir eserin faydasını lafzında ve tercümesinde değil, beşer aleminin her asır ve devirdeki inkişafına göre yapılacak tefsirinde aramalıdır. Hülasa Kur'an, Kur'an olarak tercüme edilemez ve Kur'an'ın tercümesi Kur'an olmaz. Kabul etmelidir ki, din, insanları idare eden kuvvet ve müesseseler arasında, en çok köklü, maziye de dayanan ve esaslarında muhafazakar olan bir kuvvet ve müessesedir. Fakat bu keyfiyet din için bir noksan değil, bilakis bir meziyettir. Her an değişen insan arzu ve fantezileri yanında dinin manevi ve içtimai kıymeti muhafazakarlığında ve bu sayede hayata huzur ve istikrar vermesindedir. İlim ve felsefe, değişir. Din ise, esaslarında sabittir, değişmez. Dinin ilim ve felsefeden farklı olduğu noktalardan biri de budur. Bununla birlikte, o hiçbir yeniliği kabul etmez demek istemiyorum. Müslümanlığın amel ahkamında, içtihaden yenilik yapmak daima mümkündür. Ancak esaslı akidelere ve nassın sarahati karşısında içtihat cereyan etmez. İçtihadın mümkün olduğu yerlerde, bunun ilmi ehliyeti ve dini salabeti ammece sabit olmuş otoriteler tarafından ve dinde yerleşmiş içtihat kaidelerine uygun olarak yapılması şarttır. Bunun aksine, her rastgelenin, hususiyle politika adamlarının, din meselelerine karışmaları, bilmedikleri bu işlere el sürmeleri manasızdır.35
Dipnotlar
2-Dücane Cündioğlu/Türkçe Kur'an ve Cumhuriyet İdeolojisi (İkinci Baskı.Kitabevi, İstanbul 1998), s. 23-28
3-Bkz. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi (Üçüncü Baskı. Ülken Yayınları, İstanbul 1992), s. 84.
4-Ümit Meriç Yazan, Cemil Meriç (Kültür Bakanlığı, Ankara 1993), s. 133.
5-Ümit Meriç Yazan, a.g.e. s. 133.
6-A. Battal Taymas, "Ziya Gökalp'ta Milliyetçilik," Türk Kültürü Dergisi (Ekim 1965), s. 557-558.
7-Ziya Gökalp, Yeni Hayat (İkbal Kitabevi, İstanbul 1941), s. 9.
8-Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Kültür Bakanlığı, Ankara 1990), s. 170-171.
9-Bkz. M. Enes Ergene, Türkçe İbadet (Feza Gazetecelik A. Ş., İstanbul 2001), s. 38.
10-Bkz. Yusuf Alan, "Kur'anı Kerim'i Tercüme Etmek Mümkün müdür?," , 3, 17 (Temmuz-Ağustos-Eylül 1992), s. 34. Aynı yerde şu bilgiye de yer verilmiştir: İrlandalı bir yazar olan James Joyce'un "Finnegan's Wake" isimli romanı, çeviri teorisyenleri tarafından "çevrilemez" olarak kabul edilmektedir.
11-Cemil Meriç, Ümrandan Uygarlığa (4. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1998), s. 319.
12-Bkz. Cemil Meriç, a.g.e. s. 322.
13-Bkz. Cari Borckelmann, İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, Çev. Neşet Çağatay (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1992), s. 374.
14-Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi (Eser Matbaası, İstanbul 1977), 5/ 1950.
15-Osman Ergin, a.g.e. 5/1948.
16-Yukarıdan itibaren bilgiler için: Osman Ergin, a.g.e. 5/1953-1954.
17-Nihat Sami Banarlı, Nihat Sami Banarlı'nın Kaleminden Yahya Kemal Bir Dağdan Bir Dağa (Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1984), s. 2728; Nihat Sami Banarlı, iman ve Yaşama Üslubu (Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1986), s. 97-98.
18-Nihat Sami Banarlı, Nihat Sami Banarlı'nın Kaleminden Yahya Kemal Bir Dağdan Bir Dağa (Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1984), s. 27.
19-Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam: Mustafa Kemal (On Beşinci Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 1999), 3/472.
20-Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar (Beşinci Baskı, Ötüken, İstanbul 1999), s. 108.
21-Besim Atalay, Arapça ve Türkçe'nin Karşılaştırılması (Marifet Matbaası, İstanbul 1954), s. 30.
22-Bkz. Besim Atalay, a.g.e. s. 30.
23-Burhan Bozgeyik, Meşhurların Son Anları (TÜRDAV, İstanbul 2000), s. 240.
24-Necip Fazıl Kısakürek, Konuşmalar (Üçüncü Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997), s. 148.
25-Bkz. Mustafa Çetin, "İzmirli İsmail Hakkı'nın Maani'l-Kur'an Adlı Eseri," İzmirli İsmail Hakkı (Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1996), s. 35-67.
26-Fetavayi Hindiyye, (çev. Mustafa Efe, 1-16, Birinci Baskı, Akçağ Basın Yayın Pazarlama A.Ş., Ankara 1986), 11/519.
27-Bkz. Osman Keskioğlu, "Kur'an Tercemesi Hakkında İki Fakihin Yazdıkları," Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 8 (1960 veya 1961), s. 89-93.
28-Bu eleştirilerden birini de merhum Necip Fazıl yapar. Müteazzım Patrik dediği dönemin Diyanet Reisi, Şerafettin Yaltkaya'ya "Türkçe Kur'an" projesinin gerçek olup olmadığını sorar. Şerafettin Yaltkaya'nın, "İmam A'zam'ın" fetvasını hatırlatarak vermiş olduğu cevap karşısında şunları söyler: "Sadece küfürle kalmıyor, bir de küfrünüze en büyük din adamlarından bir ortak arıyorsunuz! İmam A'zam'ın bu mevzudaki içtihadı, el çabukluğuna getirmek istediğiniz gibi değildir. Kaldı ki, İmam A'zam, hiç de sizin istismarına niyetlendiğiniz manada olmayan bu içtihadından, bir müddet sonra rücu etmiştir. Zaten bu mesele, üzerinde herhangi bir ilim dedikodusu yapmaya lüzum olmayacak derecede keskin bir bedahet ifade eder. Kur'an'ın Allah Kelamı olduğuna inanan her fert, Allah Kelamı'nın nazil olduğu lisan kalıbından ayrılmayacağını, ayrılacak olursa, artık onun Allah Kelamı olmayacağını bir hamlede kavrayacak bir irfana, tabii ve esasi bir irfana maliktir. Bu irfan, sadece mü'min camianın irfanıdır; ve sizin gibi ilim taslayan hiçbir fertte böyle bir irfanı tekzip edebilmek had ve salahiyeti yoktur. İşin içine gerçek irfan girince de, nasipsizliğiniz üzerine bir de irfansızlık dereceniz anlaşılıyor. Bir şey değil; fakat bütün bu incelikleri bilmeyen bir takım iyi niyet sahibi din isteklilerini böylece hüsranların en büyüğüne sürüklemeniz; ayrıca da, dinle hiçbir alakaları olmadığı halde, bu yüzde yüz milliyet dışı hadiseye bir milliyet gayreti süsünü vermek isteyecek ve bu vesile ile sanki Arapça'dan intikam almaya heveslenecek bazı ekabirin ayranını kabartmanız ihtimali vardır. Tabii bütün bunlardan hiçbirinin günahı sizinki kadar olmayacaktır. Bakın Diyanet İşleri Reisi efendi, ben Necip Fazıl, sizin elinizdeki icra vasıtalarına karşı, bir kamyonu durdurtmak isteyen bir piliç kadar zayıf bir ferdim; fakat size açıkça haber veriyorum, eğer dalaletinizin büyüsü altında şuurunu körletip sizi destekleyecek bazı fertler bulacak ve bu niyetinizi tatbik mevkiine çıkaracak olursanız, bir piliçten hiç farkı olmayan bu zayıf cüssemi, kamyonun tekerlekleri altına atmakta tereddüt göstermeyeceğim!.. Kandıracağınız zatları, şuura iade için elimden geleni yapacağım! Elimden de birçok şey gelebileceğine itimat edebilirsiniz!" (Bkz. Necip Fazıl Kısakürek, Hücum ve Polemik (Üçüncü Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1998), s. 108-109.
29-Bkz. A. Ahad Karaoğlu, "Reformculara Cevap," İslam: Dini, İlmi, Siyasi Aylık Mecmua, 5, 55 (Nisan 1962), s. 197.
30-A. Ahad Karaoğlu, a.g.e. s. 198.
31-Hikmet Bayur, "İbadet Dili," Prof. Dr. Necati Lugal'e Armağan (Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1972), s. 153.
32-Muhammed İbn Ali eş-Şevkani (h. 1250), İrşadü'l-Fühul, (Tah. Muhammed Said, Birinci Baskı, Darü'lfıkr, Beyrut 1312/1992), s. 624.
33-Sıddik İbn Hasan el-Kanevici (h. 1307), Ebcedü'l-ulum, (Tah.Abdülcebbar, 1-3, Darü'l-kütübi'l-ilmiyye, Beyrut 1978), 2/429.
34-Bkz. Abdullah İbn Ahmed İbn Kudame el-Makdisi (h. 620), el-Muğni, (1-10, Birinci Baskı. Darü'l-fıkr, Beyrut 1305 h.), 1/289; Mansur İbn Yunus el-Behuti (1052/1642), Keşşafü'l-Kına', (Tah. Hilal Musaylihi, 1-6, Darü'lfıkr, Beyrut 1402 h.), 1/340-341.
35-Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik (Altıncı Baskı, Yağmur Yayınları,İstanbul 1991), s. 119.
36-Ali Fuad Başgil, a.g.e. s. 119-120
Kuranın tercüme olarak okunmasını isteyen iki taifedir.
Birisi iyi niyetli kuranın mesajının icmalende olsa anlaşılmasını istiyor.
Diğeri kötü niyetli Kuranın Mucize tarafı tercümesinde görünmüyor.Tercümesine muhalelefet etmesi kolayına geliyor.Bu yukarda anlatıldığı gibi İman nuruyla görülmüştür.
osman keskioğlu isimli şahsın siyerle ve islam tarihi ile alakalı kitaplarını okumuştum ama türkçe ibadet konusundaki beyan ettiğiniz görüşte olduğunu bilmiyordum ÜZÜLDÜM.