Bir ayetin meali ve düşündürdükleri

Başlangıcından bugüne İslâmî ilimlere ait edebiyat, içinde bulunduğu zaman dilimi­nin ihtiyaçları ve fikrî dalgalanmalarıyla doğru orantılı olarak belirli alanlarda yo­ğunlaşmayla karşılaşmıştır. Türkiye'de son dönemde yazılan dinî eserlere baktığımızda meallerin hayli revaçta olduğu görülür. "Akıl hariç, her bollaşan de­ğerinden kaybeder." denilse de seviyeli çalışmaların yapıl­ma yüzdesinin arttığı da bir gerçektir.

 

 

 

 

Biz bu çalışmamızda Yusuf sûresi 110. âyete isabetli olarak verilecek bir mealin -kanaatimizce- nasıl olması gerektiği hususu üzerinde duracağız. Böyle bir çalışmaya bizi, her ne kadar âyetin hazırlanan meallerinde ekseriyetle karşılaştığımız, eksiklikler yönlendirdiyse de amacımız birilerini eleştirme değil, Kur'ân'ın anlaşılmasına hizmettir.

 

 

 

 

 

حَتَّى إِذَا اسْتَيْئَسَ الرُّسُلُ وَظَنُّوا أَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُوا جَاءَهُمْ نَصْرُنَا فَنُجِّيَ مَنْ نَشَاءُ وَلاَ يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ

 

 

 

 

 

Âyete meal vermek istediğimizde öncelikle şu iki meselenin iyice tesbit ve anlaşılmasının gerektiği düşüncesindeyiz. Zira bu hususlar, dikkatlerden kaçmakta ve neticede de mânânın çok değişik mecralara çekilmesine sebep olunmaktadır. Birincisi ümit kesilen şeyin ne olduğudur. İkincisi ise; "k-z-b" fiilinin tahfif (sülasî mücerred olarak, kuzibû şeklinde) ve teşdîd (sülasî mezîd, kuzzibû şeklinde) ile kıraati ve bununla ilgili olarak "zannû" fiilinin öznesinin tayini meselesidir. Ayet-i kerime her iki kıraatle de okunmaktadır.' Konunun ayrıntılarına girmeden önce meselenin daha kolayca anlaşılması için, her iki kıraate göre de âyete meal vererek mânâ açısından neticesine işaret edelim:

 

 

 

 

 

Teşdîd ile kıraat esas alındığında âyetin meali; "Nihayet peygamberler kavimlerinin îmân etmesinden ümit kesince ve kendilerinin yalanlandıklarını anladıklarında onlara yardımımız geldi de dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Azabımız suçlular topluluğundan geri çevrilmez." Anlaşılacağı üzere, teşdîd ile okuyuşta resullerin düşünce dünyaları, zihnî atmosferleri resmedilmektedir.

 

 

 

 

 

Tahfif ile kıraate verilecek meal ise şu şekilde olmaktadır: "Nihayet peygamberler kavimlerinin îmân etmesinden ümit kesince ve kavimleri de kendilerine yalan söylenildiğini sandıklarında onlara yardımımız geldi ve dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Azabımız suçlular topluluğundan geri çevrilmez." Fark edileceği üzere bu kıraatte, özellikle inanmayan kavmin düşünce dünyası teşhir edilmektedir. Şöyle ki, peygamberler, ümmetlerini, Allah'a inanmamaları, küfürde dayatmaları halinde başlarına gelecek ilâhî bir azabla uyarmışlardır. İşte bu tehdidin tahakkukunun gecikmesinden ötürü inanmayan kavim, Allah Resulleri tarafından boş tehditlerle kandırıldıkları zehabına kapılmıştır. Âyetin, tahfif ile okunuşu bu toplumsal psikolojiyi tasvir etmektedir.

 

 

 

 

 

Öncelikle belirtelim ki peygamberlerin ümitsizliği kavimlerinin îmân etmemelerindendir. Yoksa bazı yerlerde karşılaştığımız gibi Allah'ın va'dettiği yardımın gelmemesinden değildir. Zira bir peygamberin kendisine vahiy gönderen Yüce Allah'ın va'dinden ümit kesmesi demek Yaratıcısını tanımadığı ve Allah'a sözünde durmadığı şeklinde bir sıfat yakıştırması anlamına gelir ki, bu ne bir nebî için ne de bir mü'min için düşünülemez. Zira Yüce Allah "... ve senden azabın acele gelmesini isterler. Halbuki Allah va’dinden asla dönmez. Rabbin yanındaki bir gün sizin sayacaklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac, 22:47); "Allah'ın rahmetinden, inanmayanlardan başkası ümit kesmez." (Yusuf, 12:87) buyurarak va'dinden asla caymayacağını ve ümitsizliğin bir kâfir sıfatı olduğunu beyân etmektedir.

 

 

 

 

 

İkinci olarak zamirlerin mercileri veya fiillerin faillerinin tesbiti ve kıraat farklılığından doğan ihtimallere değinelim: Âyet-i kerimeye teşdîd ile "küzzibû" kıraatini esas alarak meal verdiğimizde âyetteki her üç fiilin de (malum olsun, meçhul olsun) failleri peygamberlerdir ve şu şekilde verilebilir:

 

 

 

 

 

"Nihayet peygamberler kavimlerinin imân etmesinden ümit kesince ve kendilerinin yalanlandıklarını anladıklarında onlara yardımımız geldi de dilediğimiz kimseler kurtarıldı..."

 

 

 

 

 

Nitekim Hz. Aişe validemize bu âyetin okunuşu hakkında sorulduğunda yukarıda zikrettiğimiz teşdîdle kıraati söyleyip verdiğimiz mealdeki Özne-yüklem ilişkisine uygun açıklamada bulunmuştur.' Zaten biz de teşdîd ile okuyuşa meal verirken onun açıklamasından istifade ettik.

 

 

 

 

 

Ancak bazı meallerde içine düşülen eksiklikler, Asım kıraatinin Hafs rivayetine göre yani tahfif "küzibû" ile okuyuşa verilen meallerde olmaktadır. Böyle okuduğumuzda âyetin anlamı nasıl olmalıdır ve zamirlerin mercileri de kimlerdir? İşte asıl üzerinde durulması gereken nokta burasıdır. Her iki kıraat de mütevâtirdir; Kur'ân'ın bir parçasıdır ve her ikisiyle de murad-ı İlâhî anlatılmaktadır. Bu durumda ise âyetteki "zannû" fiilinin faili ümmet veya kavm, olmaktadır. Öylece, tahfif ile kıraat esas alınarak âyete isabetli ve doğru bir meal şu şekilde verilebilir kanaatindeyiz;

 

 

 

 

 

"Nihayet peygamberler ümmetlerinin îmânından ümit kesince ve kavimleri de (peygamberler tarafından) kendilerine yalan söylenildiğini sandıklarında, peygamberlere yardımımız geldi de dilediğimiz kurtarıldı..."

 

 

 

 

 

Yine Buharî'nin naklettiği hadîste Hz. Âişe validemize tahfîf ile okunuş sorulduğunda "küzzibû" fiilinin failini peygamberler olarak kabul ederek verilecek bir mealde, "peygamberler kendilerine yalan söylenildiğini (kandırıldıklarını) anladıklarında..." tarzında bir mânânın ortaya çıkacağını, bir peygamber için bunun asla düşünülemeyeceğini belirtmiştir.3a Gerçekten tahfif ile okunuşta "zannû" fiilinin failini peygamberler olarak kabul edersek karşımıza birçok mealde olduğu gibi bu sakıncalı anlam çıkar. Çünkü metinde, kendilerine yalan söylenilen veya sözle aldatıldığını zanneden kimseler vardır. Bunların, peygamberler olması mümkün değildir. Aksi takdirde onları sözle aldatanın, va'dinde durmayanın kim olduğu sorusuna verilecek cevabı bir düşünmek meseleyi izaha kâfidir.

 

 

 

 

 

Maalesef birçok mealde "peygamberler yalana çıkarıldıklarını sandıklarında..." şeklinde bir ifadeyle âyet mânâlandırılmaktadır. Kanaatimizce meal hazırlayanları buna sevkeden sebep, merhum Elmalık Hamdi Yazır'ın mealinden istifade etmeleri, akâbindeki tefsirine bakma zahmetinde bulunmamalarıdır. Elmalılı'nın meali ise şöyledir: "Nihayet peygamberler ümitlerini kesecek hale geldikleri ve onlar yalana çıkarıldılar zannettikleri vakit onlara nusretimiz geldi de dilediklerimiz necata erdirildi, mücrimler güruhundan ise azabımız geri döndürülmez." Ancak Elmalılı bu mealin akabinde, âyetin tefsirinde rasûllerin nasihatlerinin tutulmasından ümitlerini kestiklerini, "zannû" fiilinin failinin de îmân etmeyen kavim olduğunu açıklamıştır.4 Böylece mealindeki kapalılığı bertaraf etmiştir.

 

 

 

 

 

Türk Dil Kurumu tarafından ve D. Mehmed Doğan tarafından hazırlanan sözlüklerde "yalana çıkarılmak" diye bir deyime rastlayamadık. Bu mânâya yakın olarak "yalan çıkmak, yalanı çıkmak, yalancı çıkmak" deyimlerini bulabildik. Ayrıca "adı yalancıya çıkmak" deyimi de vardır. Makalemizin sonlarına doğru örnek olarak verdiğimiz meallerden S. Ateş Bey'e ait mealde "yalana çıkarılmak" tabiriyle ne kastedildiğine dair açıklama dikkat çekicidir.

 

 

 

 

 

Değerli müfessir ve âlimlerden Fahreddin er-Râzî âyetin tefsirinde her iki kıraat şeklini belirttikten sonra "tahfifle okuduğumuzda iki noktayla karşılaşmaktayız" demektedir: Bunlardan birincisi "zannû" fiilinin öznesinin peygamberlerin kavmi veya ümmeti olduğudur. Burada daha önceden kavim veya ümmetin zikri geçmediği halde nasıl "zannû" fiilindeki zamirin mercii kavim veya ümmet olabilir şeklinde bir soru sorulursa cevap olarak peygamberlerin varlığı veya zikri kavimlerinin veya ümmetlerinin varlığına delildir. Ayrıca âyetin sibakına baktığımızda da bu husus görülmektedir. İkinci nokta ise "zannû" fiilinin öznesini peygamberler olarak tespit etmemiz ki, bu durumda peygamberler Allah'ın kendilerine verdiği sözde kandırıldıklarını sandıklarında, şeklinde bir mânâ çıkar. Ancak bu durum olmayacak bir hâldir. Zira bir Müslüman bile Allah'ın ne va'dinden ne vaîdinden cayacağını düşünemez. Zira bu zan insanı îmândan çıkarır. Hâl böyle olunca da peygamberlere bunu isnat asla doğru olamaz.5

 

 

 

 

 

Abdurrahman b. Muaviye ve Ali b. Ebû Talha'nın naklettiklerine göre tefsire dair rivayetlerin birçoğunun kendisine isnat edildiği İbn Abbas da âyeti tahfifle okumuş ve peygamberlerin, kavimlerinin îmân etmesinden ümit kestiğini, âyetteki "zannû" fiilinin failinin de kavim veya ümmet olduğunu belirtmiştir.

 

 

 

 

 

İbn Mesud'dan da aynı hususların vurgulandığı açıklamalar rivayet edilmektedir.6 İbn Abbas'tan ve Râzî'den naklettiğimiz ve daha önceden de açıkladığımız hususları aynen, Şevkanî de tefsirinde belirtmektedir.7

 

 

 

 

 

Zemahşerî de tahfifle okunduğunda "zannû" fiilinin Öznesinin peygamberler olmayıp onların ümmet ve halkının olduğunu beyan etmekte, aksi takdirde ise; bir Müslümana bile isnat edilemeyecek bir şey nasıl Allah'ı en iyi tanıyan peygamberlere İsnat edilebilir, demektedir.8

 

 

 

 

 

Bu âyetin tefsirinde Kurtubî de şu açıklamayı yapmaktadır: "Bu âyette enbiyânın ismeti ve onlara yakışmayan şeylerden kendilerini tenzih vardır. Burada ayakların kaymaması ve neticede cehenneme girmemek için meseleye vâkıf olmak gerekir. Zira ümitsizlik kavimlerin îmân etmemesinden olduğu gibi "zannû" fiilinin de öznesi peygamberler değil onların ümmetleridir.

 

 

 

 

 

Biz burada hazırlanan meallerden -çoğu birbirlerine benzemektedir- örnek olarak birkaçını özellikle de farklılık arzedenleri, dikkat çekmek istediğimiz yerlerin allını da çi­zerek kaydetmek istiyoruz.

 

 

 

 

 

Yakın tarihimizden Konyalı Mehmed Vehbi Efendi'nin tefsirindeki mezkûr âyete verdiği meal, vurguladığımız hususlara riayet edilerek hazırlanmış ve mânâ olarak isabetlidir. Meal şöyledir: "Biz rûsül-i kiramı rical olarak gönderdik ve nusret va'dettik ve va'dimiz olan nusret taahhur etti. Hatta resuller kavimlerinin îmânlarından me'yus oldular ve kavimleri için vaad ettikleri azab teahhur edince onlar zannettiler ki rûsül-i kiram onları aldattılar ve kendileri aldandıklarını zannettikleri bir zamanda Bizim, resullerimize nusretimiz geldi ve kâfirlere azab nazil oldu. Binaenaleyh Biz, dilediğimiz kulumuzu azaptan kurtardık...'10

 

 

 

 

 

Prof. Dr. Süleyman Ateş'in meali: "Bir süre serbest bırakılmalarına aldanmasınlar. Kendilerinden önce gelenlere de öyle fırsat verilmişti. Fakat ne zaman ki, elçiler umutlarını kestiler ve kendilerinin yalana çıkarıldıklarını (kâfirle­xre karşı kendilerine yapılacağı va'dedilen yardımın yapılmayacağını) sandılar. İşte o zaman onlara yardımımız geldi ve dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Azabımız suçlular topluluğundan asla geri çevrilmez."

 

 

 

 

 

M. Ü. İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden müteşekkil heyetin hazırladığı meal ise: "Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir..."(İFAV, 1995 İst.)

 

 

 

 

 

Prof. Dr. Y. Nuri Öztürk'ün meali: "Ne zaman ki resuller ümitsizliğe düşüp yalanlandıkları kanısına vardılar, işte o zaman yardımımız kendilerine ulaştı da dilediklerimi; kurtarıldı..." Burada tahfif ile okuyuşa teşdîd ile okuyuş meali verilmiştir. Kıraatler, tıpkı Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsirindeki gibi birbirini tefsir etme konumundadırlar.

 

 

 

 

 

Kur'ân'm veciz oluşunun bir yönünü teşkil eden gerek üslup incelikleri, gerekse hazflerin olması sebebiyle âyetteki bu zahirî kapalılık hem sahabe döneminde hem de tabiîn döneminde inananların kafasını kurcalamış ve yetkili bir kişiden açıklamasını istemişlerdir. Urve bin Zübeyr'in Hz Aişe validemize gelip, âyet-i kerimenin okunuşu ve "zannû" fiilinin mânâsına dair soru sorması;11 yine Müslim, b Yesar'ın Said b. Cübeyr'den âyetteki zamirlerin mercii ve mânâsını sorması ve Said b. Cübeyr'in de İbn Mes'ud'dan nakledilen rivayeti söylemesi üzerine kalkıp onu kucaklayarak “beni rahatlattığın gibi, Allah da seni rahatlatsın” diye duâ etmesi bu hususu göstermektedir.12

 

 

 

 

 

Yazımızda, söz konusu âyetin daha iyi anlaşılmasına ve anlam kaymalarının izâlesine vesile olabilmiş ve günümüzdeki inananları da bir nebze rahatlatabilmiş sek ne mutlu bize... Gayret bizden tevfîk Allah'tandır.

 

 

Dipnotlar

 

 

* Sakarya Üniv. İlahiyat Fakültesi Araştırma Gör.

 

 

1 Cezerî, Muhammed b. Muhammed. Tahbîru't-Teysîr, Halep 1972. s. 126; Ensarî, Ebu Cafer Ahmed b. Ali, Kitabü'l-İkna', Dımeşk 1403. II. 672.

 

 

2 Yusuf. 110 âyetinin bu kıraatle okunuşunun anlamı için bkz. Râgıb el-İsfehâni Müfredat, 1992 Dımeşk, s. 705

 

 

* Nitekim birkaç meal -tesbit edebildiğimiz kadarıyla A. Fikri Yavuz ve Y. Nuri Öztürk Beylerin hazırladığı mealler- bu durum göz önünde bulundurularak yazılmıştır.

 

 

3 Buhârî, Tefsir. (Yusuf Sûresi)

 

 

3a en-Neseî. Tefsiru'n-Neseî, c. 1, s.606-607, Beyrut 1990.

 

 

4 Elmalılı, M. Hamdi Yazır; Hak Dini Kur'ân Dili, İst. 1979, IV, 2935-38.

 

 

5 Razı, Fahreddin; Mefatihü'1-Gayb, XVIII, 226, Beyrut, ts.(Terc.:Tefsiru'1 Kebir. c.l3. s.366, Ank. 1992).

 

 

6 Taberî. İbn Cerîr, Câmiu’l-Beyan, XIII, 83; İbn Kesir. Tefsîru'l-Kur'âni'l Azîm, İstanbul, 1985, IV, 348; (Tefsiru İbn Abbas-Sahifetü Ali b. Ebi Talha; s.295, Beyrut 1991, Darul-Fikr).

 

 

7 Şevkânî. Fethü'l-Kadîr, Mısır, ts, III. 61.

 

 

8 Zemahşerî, Keşşaf. Kahire, ts, II, 510.

 

 

9 Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur'ân, Beyrut, IX, 180.

 

 

10 Konyalı M. Vehbi, Hülâsâtü'l-Beyan. İst. 1968, VII. 2595.

 

 

11 Buharî. Tefsir (Yusuf Sûresi).

 

 

12 İbn Kesîr, IV, 349.

Yazar:

Kategorisi:
Makaleler & Yazılar
Gönderi tarihi: 23-04-2010
4,404 kez okundu
Block title
Block content