Kur'ân'da Tevhid'in en özlü şekilde izah edildiği İhlas Sûresi'nde önce Allah'ın 'Hüve/ Hû' olduğu, O'ndan başka her şeyin varlığını O'na muhtaç bulunduğu ve "Lâ hüve illa Hû" ve "Lâ Meşhûde illâ Hû" hakikati çerçevesinde 'Ehadiyet'i tasrih edildikten sonra 'Vahidiyet'ine geçilmekte ve 'Ulûhiyet' ve ' Rubûbiyet'inde birliği açıklanıp, 'Tevhîd-i Kayyûmiyet' ortaya konmaktadır. 'Tevhîd-i Zât' böylece ifade buyurulduktan sonra 'Tevhîd-i Sıfât'a geçilip, O'nun üreme, bölünme, değişme kabul etmediği, değişen, üreyen ve bölünenin ilâh olamayacağı, ardından da vâcib, kadîm ve ezelî olmayanın da ilahlığının mümkün bulunmadığı, dolayısıyla her türlü 'sebeb'e -yıldızlara, meleklere, insanlara, putlara, tabiata... tapınmanın şirk olduğu anlatılmaktadır.
Son olarak, O'nun Zât'ında eşinin, sıfatlarında benzerinin ve yaptıklarında ortağının olmadığı kesinkes belirtilip, Tevhid en şümullü şekilde ifade edilmektedir.
Evet, Tevhîd, kevnî plândaki ahkâm-ı İlâhî diyebileceğimiz 'sebepler'in hakikî tesirden elini çekip, icada karışmamasını gerektirirken, azamet-i İlâhî ise sebepleri 'Kudret'e perde kılıp, Zât'ı saklar. Bu yüzden, sebepler âleminde yaşayan insanın 'cebrî' bir tavırla sebepleri görmezlikten gelmesi ve hayatında bunları hesaba katmaması bir bakıma dalâlet olduğu gibi, her şeyi itibarî (nominal) varlığa sahip sebeplere bağlayıp, Müsebbib'i, sebeplerin gerisindeki Kudret ve Azamet Sahibi'ni görmemesi kat be kat dalâlettir.
BİLİMSELCİLİK
Bu araştırmamızın mevzuu, esasen bilimselcilik değildir. Batının modern dininin vazgeçilmez 'dogmalarından biri haline gelmiş ve bugün ne yazık ki, İslâm dünyasında da kendisine başköşede yer verilmiş bulunan ve İslâm düşmanlarınca onulmaz bir cehalet ve dogmatistlikle İslâm'a karşı kullanılan 'bilim anlayışı' ve 'bilimselciliği' derinliğine tartışmak mevzûmuzu fazla alâkadar etmiyorsa da, şu bir kaç noktaya temas etmeden de geçemeyeceğiz.
Bilimin sahası, zaman zaman sözünü ettiğimiz üzere 'Tekvînî Şeriat'ın kanunlarıdır; bunu derken, şu hususu da bilhassa belirtmeliyiz ki, sözünü ettiğimiz kanunlar, asla küllî, mutlak ve bağımsız değildir. Kâinat, bazı İslâm hukemâsınca da ifade edildiği üzere, âdeta 'ansızlık' içinde devamlı bir 'hudûs-zevâl'i yaşamakta, bir başka ifadeyle "Allah'tan gelip, Allah'a gitmektedir." Bugün atom fizikçileri de, "Kâinat, şu anda T1 halinde şimdiki durumundaysa, hemen biraz sonra T2 halinde aynı şekil ve durumda olacak diye bir kaide ileri sürülemez" demektedirler.
Onu yaratan, devamlı yaratmakta olan Allah, bir an sonra onu değiştirebilir ve hattâ hayatına son verebilir. Ayrıca, sebepler 'küllî' de olmadığından, "ateş her zaman ve her durumda yakar; güneşin her zaman doğudan doğması gerekir; birinin ölümüne yol açan bir hadise veya hastalık, her kişinin ölümüne yol açar" gibi kesin kaidelere ve sebep-netice münasebetlerine varılamaz. İslâm'ın, tabiî hâdiselerin bir sebebe dayandığını, 'umumî illiyet kanunu'nu ve aklın bunlar üzerindeki istidlâlî çalışmalarını kabûl edişini, bu temel çerçeve içinde değerlendirmemiz gerekir.
Nihâî plânda bilimi yapan, insanın kendisidir. Gerçi, bilim sahası olan fizik âlemi ve bu âlemin kanunları insandan bütünüyle bağımsızsa da, bu kanunları keşfeden ve üzerlerinde 'bilim' binasını yükselten, bizzat insanın kendisidir. Bu sebeble. modern dünyada bilimin 'ne'likten 'kim'liğe çıkarılmasının altında başka gayeler de güdülse gerektir.
Rönesans'ın getirdiği veya Rönesans'ı yapan paradigma, 'Fiziği' baş köşeye oturtmuştur. Hedef, dünya hayatını en iyi şekilde yaşamak ve bunun için de en büyük ölçüde tüketmek ve üretmek olduğundan ve bunu da fizik âlemi sağladığından, dikkatler bütünüyle bu âleme çevrildi. Bu âlemde geçerli görünen mutlak ve küllîlikten uzak 'genel' kanunlara 'küllîlik' ve 'mutlaklık' verilip, hakikat bu âlemde arandı ve bu âlemi incelemenin adına 'bilim' dendi. İhtiyaçların yol açtığı konsantre düşünce ve gayretlerin patlamaları olan icadlarla fiziğin genel kanunları ortaya çıkarıldı ve bunlara dayanılarak yeni aletler üretildi: en sonunda da dev bir teknoloji ortaya çıktı. Fizik âleminin vazgeçilmez unsuru olan madde, değişken ve parçalı olduğundan, fizik âlemi ve bizzat insanın kendisi birbirinden bağımsız parçalara 'indirgendi' ve bu da, sonu gelmez uzmanlaşmalara yol açtı.
Modern bilim, hakikati ifade etmekten çoğu yerde uzaktır. 'Hakikat, değişen, değişir görünen âlemin ve hâdiselerin ötesinde bir ve değişmezken, bilim, onu değişen âlemde aramakta ve öncelikle' duyulara dayanmaktadır. Duyular ise, her zaman yanıltıcıdır ve idraki kişiden kişiye değişir. Sonra duyuların müt'alarını bilgi haline getirecek olan 'istidlâlî akıl', kişiler sayısınca değişiktir ve bu noktada "aklın yolu bir değildir." Yine, duyuların müt'alarını doğrulamak için getirilen 'deney'in ise, elde kabul edilmiş ön hakikat olmadan herhangi bir şeyi ispatlayamayacağı açıktır.
Herhangi bir hadisenin iki ayrı zamanda ve iki ayrı yerde, hattâ milyonlar sayısınca aynı zamanda ve aynı yerde meydana gelmiş olması, onun bir defa daha meydana gelmesini mutlaka gerektirmez; David Hume'dan beri Batı'da da bilinen bir hakikattir bu. Atom fiziğinin bu hakikati doğruladığı ve ayrıca, temeli olan sebep-netice kanununu iptalle Mekanik Fiziği yıktığı günden beri, artık batılı bilim felsefecileri de 'doğru'dan değil, 'doğruya yakın'dan dem vurmaktadırlar. Karl Raymond Popper, "Hem Einstein'in, hem Newton'un teorilerini bilim sayıyoruz; ama ikisi birden doğru olamaz; üstelik, her ikisi de pekalâ yanlış olabilir" diyerek, bilimin doğruyla aynîleştirilemeyeceğini ifade etmektedir.
Rene Guenon'un ifadesiyle, "Bilimin veya bilimcilerin önünde iki alternatif vardır; ya bilimsel teorilerin farazi keyfiyetini kabul edip, hissedilir sabit gerçeğin üstündeki her çeşit kesinliği reddetmek, ya da, bu farazi keyfiyeti bir tarafa bırakıp, bilim adına öğretilen her şeye körü körüne inanmak." Modern bilim adamı, artık ikinciyi kabûl edemiyor; birinciye yöneliyor ve çoğu zaman hakikati 'fayda'ya ve 'bilme'yi 'bilinemezliğe' indirgiyor. Birincisi, ne devasız bir dert ve ikincisi, batının bilgisinin cahil bir bilgi olduğunun en şâhane itirafı.
Artık, kimilerince bilimin değişmez ve sabit bir çatısının olması gerektiği ifade ediliyorsa da, çoğunluk hâlâ 'Agnostisizm-bilinemezcilik'te ısrar ediyor. Evet, bilim, sahasını aşmadığı ve kendi üstünde sâbit bir hakikatin bulunduğunu kabul ettiği zaman değerini bulacaktır ve bu hakikat, gün gibi ortadadır. Çünkü, "mutlak olmaksızın izafî, değişmezlik olmaksızın değişme ve birlik olmaksızın çokluk manâsız ve imkânsızdır." Bilgi, ancak değişmezliğe ulaştığı zaman değiştirilemezlik kazanır; bu da, insanın üstündedir. Doğru/hakikat, insan zihninin ürettiği bir şey olmayıp, bütünüyle insandan bağımsızdır ve insana düşen, onu bulmak ve kavramaktır.
Bilimselciliğe getirilen bu haklı tenkidler, tabiî ki, bilimi bütünüyle menfiye itmek için değildir. Şeriat-ı Tekvîniyye/Fıtrıye'nin kanunlarının keşfinden ibaret olan bilim ve onun mahsulü olan teknik, sırt çevrilecek bir şey olmadığı gibi, menfî telâkki edilip bir yana bırakılacak bir şey de olmayıp, müslüman olarak yaşamanın, ancak bilim-teknik öncesi zaman ve şartlarda mümkün olabileceği gibi bir iddia da ileri sürülemez.
İSLÂM VE BİLİM
Kur'ân-ı Kerim, dört ana maksadı olan Tevhid, Nübüvvet, Haşr-ı Cismanî ve İbadet-Adalet esaslarını ispat için 'âfâkî' ve 'enfüsî' delillerden söz eder ve kâinatı bir âfâkî deliller meşheri olarak takdim edip, bunlara âyetler' adını verir. Kur'ân'ın ana hedefi, insanı bu dört esas istikametinde irşad etmek ve ona Dünya-Ahiret saadetini kazandırmaktır. Bunun yolu, iman ve amelden geçer; iman ve amel ise 'ilmi' gerektirir ve ancak ilim sâyesinde insan meleklere rüchâniyet kazanmıştır. İlim, hem 'enfüs'e, kişinin iç dünyasına, letâifine, hem de 'âfâk'a açılır. İnsan, her türlü değerine ve yaratılmışların en şereflisi ve en güzel kıvamda olmasına rağmen, aciz ve zayıf bir varlıktır. Onun bu zayıflığı ve aczi, şefkat ve himayeyi tahrik ettiği için, kâinattaki veya en azından Âlem-i Şehâdet'teki çoğu varlıklar onun emrine, istifadesine verilmiş ve ona itaaî eden 'hizmetçiler' olarak yaratılmıştır (teshir).
İnsan, kendisine verilen saltanatın, terakkî ve tekâmül kabiliyetinin ve her türlü maddî-manevî kemalâtın, bilhassa bugünkü medeniyetin mahsulü veya anası olan bilimsel ve teknik gelişme ve icad-ların, zayıflığından dolayı kendisine verildiğini, aczinden dolayı kendisine yardımcı kılındığını, fakrından dolayı kendisine ihsan edildiğini, cehaletinden dolayı kendisine ilham ve ihtiyacından dolayı kendisine ikram edildiğini hiç bir zaman unutmayacaktır. Çünkü, Ataullah İskenderî'nin o fevkalâde ve lâtif tefsîr-i tatbikîsiyle, "sadakalar, ancak fakirler içindir."
İnsan, yeryüzünün halifesidir; Allah'ın ilim ve irâde dahil bütün esmâsının tecellî meşheri olarak, yeryüzünde Allah adına ve Allah için tasarrufta bulunacak ve sulh, denge ve âhenk içinde yeryüzünü göklerle bütünleştirecektir. Bunun için İslâm bir yönüyle Kur'ân'ın maksadları istikametinde onu doğumdan Cennet'e götürecek Sırat'ın adı olduğu gibi, diğer yönüyle de Şeriat-ı Fıtriye ile yeryüzünün hilâfetini hakkıyla yerine getirmesi için insanın üzerinde yürümesi gereken ikinci bir Sırat'ın adıdır. Bu her iki yolun gereklerini yerine getirip getirmemenin karşılığı vardır; birincinin karşılığı ekseriya Ahiret'te görülürken, ikincinin karşılığı ekseriye dünyada görülür. Ve, bir bakıma birinci yol ikincisi, ikinci yol da birincisi için gereklidir. Çünkü, nefsini İslâm'ın pak suyuyla yıkamamış, tezkiye etmemiş insanlar, Şeriat-ı Fıtrıye'nin kanunlarının keşfinden ibaret olan bilim 'silahı'nı ellerine geçirdikleri zaman, üç asırdır dünya tarihinin şahid olduğu üzere, insanlığı kendilerine köle etmeğe çalışır ve bütün yeryüzünü kana bulayıp, fesada boğarlar. İkinci durumda, yani Şeriat-ı Garra'nın ahkâmını yerine getirip, Şeriat-ı Fıtrıye'nin ahkâmını ihmal edenler ise, yine dünya tarihinin son üç asırdır şahid olduğu üzere, 'bilim' silâhına sahip olanlar karşısında pes edip, kendilerine hiç de yakışmayan, yaraşmayan ve aslî hilâfet görevlerini yapmalarına manî olan zelil bir mahkûmiyetin içine yuvarlanırlar.
Bundandır ki, yeryüzünü ıslah, insanın yeryüzündeki hilâfetini temin ve Ahiret saadeti'nin kapılarını açmak için gönderilen peygamberler, hem manevî tekâmülün, hem de maddî terakkinin önderleri olmuşlardır. Yine, her bir 'bilim' dalının, her bir 'fen'nin dayandığı yüce hakikat, İlâhî isimlerden biridir. "Pek çok perdeleri, çeşit çeşit tecellileri ve muhtelif daireleri bulunan bir İlâhî isme dayanmakla, o fen kemâlini bulur ve kendi sahasında belli bir hakikati temsil etme mevkiine yükselir.Meselâ, Geometri, bir fendir, bir bilim dalıdır; taşıdığı hakikat ve nihâî kemal noktası, Cenab-ı Hakk'ın 'Adl' ve 'Mukaddir' isimlerine yetişip, kendi aynasında bu ismin hikmetli cilvelerini müşahadeye imkân tanımaktır. Aynı şekilde Tıb, Âlemlerin Rabbi'nin Şâfî ismine, Felsefe (Hikmet) Hakîm ismine dayanır..." İşte, tecellileriyle bu isimler, yaratılışta geçerli İlâhî kanunlara vücud verir ve Kur'ân, bir yandan, manevî, kemâl ât ve maddî terakkînin üstadları olan peygamberlerin mucizeleri yoluyla, bir yandan da güneşe, aya, yıldıza, geceye, gündüze, yere ve göğe, insanın benliğine, incire, zeytine, yıldızların yerlerine... yemin etmekle insanı, Tevhid, Nübüvvet, Haşr-i Cismânî, Adalet-İbadet hedefleri istikametinde bütün bunları araştırmaya sevkeder. "Evet, Kur'ân 'daki yeminler, gaflet uykusuna dalan, tefekkür, teakkul, teemmül, ...den uzak ve yeryüzündeki hilafet görev ve mes'ulîyetini yerine getiremeyen insanların başlarına inip duran birer tokmak vazifesi görmektedir."
"Kur'ân, bir yandan da peygamberlerin mucizeleri yoluyla, insanları aslî hedefleri istikametinde kâinatı araştırmaya sevkeder" dedik. Öyledir: Meselâ, Hz. Süleyman'ın mucizeleriyle Allah beşere der: "Ey insan! Bir kulum, nefsinin hevasını terkettiği için, onu havaya bindirdim. Siz de, nefsinizin tenbelliğini bırakıp, bazı âdetlerimin kanunlarından güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz." Ve ses, sûret ve hattâ cisim celbinin mümkün olduğunu, havada çok kısa sürede çok uzun mesafelerin alınabileceğini ve hattâ cinlerin insanın emrinde kullanılabileceğini iş'ar eder.
Hz. Musa (as)'ın mucizelerinden birini açıklayan, "Asanla taşa vur dedik de, ondan oniki pınar fışkırdı" (Bakara/2: 60) meâlindeki âyetiyle, mânen ve işâreten, "Yer altında gizli olan rahmet hazinelerinden basit âletlerle istifade edilebilir; hattâ taş gibi sert bir yerden, sopa gibi basit bir aletle bir âb-ı hayat elde edilebilir. Haydi edin" diyerek "beşerin sırtına destek elini" vurur ve petrol kuyularından, artezyen kuyularına kadar pek çok modern gelişmelere remzen parmak basar.
Yine meselâ, Hz. İsa (as)'ın bir mucizesini ifâde eden, "Körü ve alacalıyı iyileştiririm, Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim" (Âl-i İmran/3:49) mealindeki âyetiyle, en müzmin dertlere bile derman bulunulabileceğini, o kadar ki, ölüme bile geçici bir hayat rengi verilebileceğini zımnen belirtir. Bu âyetle, Allah, insanlara şunu da demektedir: "Ey insan! Benim için dünyayı terkeden bir kuluma, biri manevî dertlerin, diğeri maddî dertlerin ilacı olarak iki hediye verdim. İşte, nasıl ölmüş kalbler hidayet nuruyla diriliyor aynı şekilde ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesi ve ilacıyla şifa buluyor. Siz de, benim hikmet eczanemde her derdinize devâ bulabilirsiniz. Çalışın, bulun!"
Bu mevzûda, Kur'ân'da daha çok sayıda misal vardır. Biz, bu üçüyle iktifâ edip, netice olarak şunu söylemek istiyoruz:
"Cenâb-ı Allah, Hz. Âdem (as)'e isimlerin öğretildiğini açıkça belirtmekle, bir zaviyeden şunu ifade etmektedir: "Ey âdemoğulları! Babanıza, melekler karşısındaki hilâfet davasında üstünlüğüne delil olarak bütün isimleri öğrettiğimden, siz de onun çocukları ve varisleri olarak, bütün isimleri öğrenip, emânet-i kübrâ mertebesinde diğer yaratıklara karşı üstünlüğünüzü gösterin. Çünkü, kâinat içinde, bütün yaratıklar üstünde en yüksek makamlara çıkmak ve yeryüzü misâli kocaman yaratıkları emrinize almak gibi yollar size açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışıp çıkınız. Fakat, babanız bir defa şeytana aldandı ve Cennet gibi bir makamdan geçici olarak yeryüzüne indirildi. Sakın siz de, ilminizi, terakkinizi ve sahip olduğunuz bütün iyilik ve güzellikleri kendinden bilip, şeytana uymayın ve şeytanı dahi utandıracak bir isyan, tuğyan ve fesad içine düşmeyin. Hikmet-i İlâhî göklerinden tabiat dalâletine yuvarlanıp, O'na şirk koşmayın."
Evet, insanın mes'uliyeti, yeryüzündeki hilâfeti, bunun için gerekli olan Şeriat-! Fıtriye'nin esaslarına mütabaat, bilimin gerçek hüviyet ve keyfiyeti ve Dünya-Ahiret sâadetinin anahtarı şu son cümlelerde en özlü şekilde ifade edilmektedir.
MÜHİM BİR HATIRLATMA:
İslâm'ın ilim çerçevesinde 'bilim'e nasıl baktığını (tabiî, prensip olarak) kısaca vermeğe çalıştıktan sonra, bugün çokça düşülen hatalardan ikisini vurgulamakta fayda mülâhaza ediyoruz:
1. İnsanın diğer yaratıklar karşısındaki üstünlüğü ve isimleri öğrenmekle bu üstünlüğünü ortaya koyması, onun hiç bir zaman, Batı'da anlaşıldığı şekliyle 'tabiat'a karşı savaş açması demek değildir. "Kendi şerefini kendinden başka ne varsa yenmek, zincirlemek ve kullanmakta arayan ve bundan dolayı tabiatı objektif olarak tasvir edilebilir, ölçülebilir ve üzerinde değişiklik yapılabilir" bir varlık olarak gören batı insanının aksine, müslüman için bütün varlıklar, Allah'ın yaratığı olarak belli bir değeri haizdir. Allah'ın âyetlerinin meşheri olan tabiat üzerinde insana verilen 'efendilik' hakkı, hiç bir zaman diğer varlıkları keyfince istismar etmeği değil, tersine fıtrata, yaratılışa müdahale edilemeyeceği ve kuşların, arıların... kısaca, tüm varlık türlerinin insanlar gibi bir ümmet olduğu ve ortadan kalkmalarıyla tabiî dengenin bozulacağının şuuru içinde Allah gibi merhametli, koruyucu, barındırıcı ve sulhü hâkim kılıcı olmayı gerektirir.
2. Bugün, bazıları, "Kur'ân, beşerin bilimsel başarılarına değiniyor mu, değinmiyorsa, neden değinmiyor?" diye, güya Kur'ân'a söz etmeğe kalkışırken, bu tür itirazların ve batının maddî üstünlüğünün fazla tesirinde kalan bir takım safdil müslümanlar da, özür dileyici bir tavırla, Kur'ân'ın bazı âyetlerini bütünüyle bilimsel buluşlar ve teknik çerçevesinde yorumlama yanlışına düşmektedirler.
Halbuki, Kur'ân'ın hedefleri bellidir ve kâinata ve kevnî hâdiselere bu hedefler çerçevesinde temas eder; dolayısıyla, bu hadiselere teması çok zaman istidrâdîdir. Hem, beşerin başarıları nedir ki, Kur'ân'da açıkça yer alabilsin? Beşerin uçağı, füzesi, Kur'ân'dan kendisine yer taleb ettiğinde, yerküre, ay, güneş ve diğer seyyareler, Kur'ân adına ona, "Burada, cirmin kadar bir mevkî alabilirsin" diyeceklerdir. Beşerin denizaltılarının talebine, "yanımızda senin yerin görünmeyecek kadar azdır" diyecek olan hava ve esir denizinde yüzen seyyare ve yıldızlar karşı çıkacaktır. Beşerin elektriği karşısında güneşi, yıldızları, şimşeği çıkacak; hattâ tek bir sinek, beşerin en ince san'atları ve harikaları karşısında çıkıp, "Susunuz, sizin, benim bir tek kanadım kadar olsun bir değeriniz yoktur. Sizdeki bütün cihazlar ve bütün dakik san'atlar bir araya toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san'at ve nazenin cihazların yanında pek sönük kalır" diyecek ve "Allah'tan başka çağırdıklarınız hepsi bir araya gelse, bir sineği yaratamazlar" (meâlindeki âyet, onları susturacaktır. Başarılarıyla gurura kapılan beşer, tek bir ot karşısında bile mahcup düşeceğinin şuurunda olmak mevkiindedir.
İkinci olarak, bilimsel buluş, icad ve çoğu 'doğrular', teori ve geçici doğrular mesabesindedir; dolayısıyla, her an için yanlış oldukları ortaya çıkabilir. Bu yüzden, Kur'ân'ı hemen yeni bir bilimsel buluş ve teoriyle tefsire girişmek, bir takım zihinlerde Kur'ân'a karşı tamiri zor şüpheler doğuracağı gibi, Kur'ân'ın o nihayetsiz mânâ sahasını da daraltacaktır. Tefsirde bilimden faydalanmak ayrıdır; Kur'ân'ı bilim istikametinde tefsir etmek ayrıdır; bu ikisi, hiç bir zaman birbirine karıştırılmamalıdır.
BİLİM VE TEKNİĞİN BATIDA GELİŞMESİNDE İNCE BİR SIR:
Kur'ân, gerek peygamberlerin mucizeleri, gerekse daha başka bazı âyetleriyle, "insanlığın âhir zamanda ilme ve fenne döküleceğini, bütün gücünü ilimden alacağını ve hüküm ve kuvvetin ilmin eline geçeceğini" iş'ar etmektedir.
Bilim ve teknik, daha çok insanın dünya hakimiyeti ve refahını alâkadar ettiği gibi, Kur'ân'da da ekseriye peygamberlerin mucizeleriyle anlatılmaktadır. Mucizelerse, daha ziyâde kâfirlere gösterilmiş, mucize isteyen kâfirler olmuş, ama mucizeye rağmen inanmadıkları için de helâk edilmişlerdir. Bu noktada, -Allahü a'lem- bilimin ve tekniğin devasâ şekliyle batıda gelişmesinde ince bir sır olsa gerektir. Bilim, bütün şubeleriyle Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet ve İbadet'e en karşı konulmaz deliller meşheri olduğu halde, ne yazık ki, batıda olsun, doğuda da olsun imana kapı açmamış, tam tersine, mucizeleri inkâr eden eski zaman kâfirlerinde olduğu gibi, in-kâr-ı Ulûhiyet'e varacak derecede küfre ve materyalizme sebep olmuş, daha doğru bir ifadeyle, "hevâsını ilah edinen batı insanı, bilim üzerinde temelli sapılmıştır." Allah'ü a'lem, Kıyâmet'e en yakın zamanda, bu sapma daha büyük buudlar kesbedecek ve neticede Kıyâmet'i intâc edecek bir noktaya varacaktır. Beşer, kendi eliyle yaptığı putunun kurbanı olacak gibidir.
İkinci olarak, son peygamber Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sav)'in en büyük mucizesi Kur'ân'dır. Diğer peygamberlerin mucizeleri, Şeriat-ı Fıtriye'nin kaidelerine mütabaatla âdeta taklid edilmiştir ve edilecektir; çünkü, onların şeriatları da neshedilmiştir. Buna karşılık, Hâtemü'l-Enbiya'nın Şeriatı nasıl neshedilmemiş ve edilmeyecekse, aynı şekilde, O'nun en büyük mucizesi de taklid edilemeyecektir. Belağatı, fesâhati ve cezâleti, Kur'ân'ın mucizeliğinin en mühim vechelerindendir. Bu da, işareten ortaya kor ki, "tenlerin en parlağı olan belâğat, bütün çeşitleriyle Âhir zamanda en çok rağbet edilen bir şekil alacaktır. Hattâ insanlar birbirlerine fikirlerini kabûl ettirmek ve hükümlerini icrâ ettirmek için en keskin silâhlarını sözün güzelliğinden, ifadenin ihtişamından ve en karşı konulmaz güçlerini belâğattan alacaklardır." Şu kadar ki, beşer, belâğat ve fesahat açısından da Kur'ân'ın topuğuna bile yetişemeyecektir.
BİBLİYOGRAFYA:
Bediüzzaman Sâid Nursî, Sözler, Muhâkemât
İlhan Kutluer, İki Denizin Birleştiği Yer
Mustafa Armağan, Bilim Kavramının Yeni Anlamları, İlim ve San'at'da
Rene Guenon, Doğu ve Batı, Modern Dünyanın Bunalımı.
S. H. Nasr, Man and Nature
İsmail R. Farukî, Bilginin İslâmîleştirilmesi
J. Needham, Doğunun Bilgisi, Batının Bilimi.