1- سَأَلَ سَائِلٌ بِعَذَابٍ وَاقِعٍ “Bir isteyen, vaki olacak bir azabı istedi.”
Vâki olacak azabı isteyen Nadr Bin Haris’tir. “Allahım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak kitap ise, üstümüze gökten taş yağdır veya bize çok elim bir azap ver.” (Enfal, 32) demişti.Veya bu kişi Ebu Cehil’dir. O da, “Yahut iddia ettiğin gibi, göğü başımıza parça parça düşür.” demişti. (İsra, 92) Bunu istemesi istihza yoluyla idi.
Azabı isteyen Hz. Peygamber de olabilir, kavminin azab görmesini talep etmişti.
“Vaki olacak bir azap”tan murat
-Ya dünyada Bedirde katledilmeleri,
-Veya ahirette cehennem azabıdır.
2- لِّلْكَافِرينَ لَيْسَ لَهُ دَافِعٌ “Kâfirler için onu savacak yok.”
3- مِّنَ اللَّهِ ذِي الْمَعَارِجِ “O, mearic (derece ve makamların) sahibi Allah’tan.”
Mearic’ten murat
-Güzel söz ve salih amelin kendisinde yükseldiği derecelerdir.[1>
-Veya, mü’minlerin seyr u sülûklarında terakki ettikleri derecelerdir.
-Veya mü’minlerin sevap yurdunda ulaşacakları mertebelerdir.
-Veya meleklerin mertebeleridir.
-Veya semavattaki derecelerdir. Çünkü melekler bu derecelerde yükselirler.
4- تَعْرُجُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ إِلَيْهِ فِي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ أَلْفَ سَنَةٍ “Melekler ve ruh, miktarı elli bin sene süren bir günde ona yükselir.”
Ayet, temsil ve tahyîl yoluyla bu derecelerin yüksekliğini ve boyutunu beyan eder. Yani, o dereceler öyle yüksektirler ki, şayet bunları bir zaman içinde kat etmek mümkün olsa, dünya senesiyle elli bin sene sürerdi.Denildi ki: Melekler ve ruh, insanın devamlı yol alarak ellibin senede varabileceği Allahın arşına bir günde uruç ederler.
Ancak bu, yerin en aşağısından arşın en üstüne olan mesafenin ellibin sene olması anlamına gelmez. Çünkü, -denildiğine göre- arzın merkezinden semanın en alt mertebesine olan mesafe beşyüz senelik bir mesafedir. Semavatın yedi tabakasından her biri, ayrıca kürsi ve arş arasında da benzeri bir durum vardır.
Denildi ki: Elli bin sene ifadesi, kıyamete işaret ediyor da olabilir. Bunun uzun olması,
-Ya kâfirlere çok şiddetli olmasından
-Veya kıyamette çok hâller ve muhasebeler olmasındandır.
Veya bu ellibin rakamı, hakikat olarak kendi anlamında kullanılmış da olabilir.
Ruh’tan murat Hz. Cebrail’dir. Cebrail meleklerden biri olduğu hâlde ayrıca ifade edilmesi, üstünlüğündendir.
Veya ruh’tan murat meleklerden daha büyük bir varlık da olabilir.
5- فَاصْبِرْ صَبْرًا جَمِيلًا “O halde güzel bir sabır ile sabret.”
Senin sabrında acelecilik ve kalb ızdırabı şaibesi bulunmasın.
Sabır emri, onların alay yoluyla veya üzmek niyetiyle azabı istemelerine mukabil gelmiştir. Bu ise, Hz. Peygamberi rahatsız eden bir durumdur.
Veya peygamberin onlar hakkında artık sıkılması ve bir an önce azabın gelmesini istemesine mukabil bir uyarıdır. Yani, “azabın vukuu yaklaştı. Öyleyse Sen sabret, onlardan intikam vakti yaklaştı.”
6- إِنَّهُمْ يَرَوْنَهُ بَعِيدًا “Şüphesiz onlar onu uzak görüyorlar.”
Onlar azabı veya kıyamet gününü imkândan uzak görüyorlar.
7- وَنَرَاهُ قَرِيبًا “Biz ise onu yakın görüyoruz.”
Biz ise onu imkânı veya vuku bulması yönünden yakın görüyoruz.
8- يَوْمَ تَكُونُ السَّمَاء كَالْمُهْلِ “O gün gök erimiş bir maden gibi olur.”
9- وَتَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ “Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur.”
Dağların rengârenk atılmış yün gibi olması, dağların farklı farklı renklere sahip olmasındandır. Dağlar un ufak olup havada uçuştuğunda, rüzgârın savurduğu rengârenk yünlere benzer.
10- وَلَا يَسْأَلُ حَمِيمٌ حَمِيمًا “Dost dostun halini soramaz.”
Birbirlerinin hâlini sormamaları birbirlerini görmemelerinden değil, her birinin kendi başının çaresine bakmak istemesindendir.
Veya sormalarına lüzum yoktur, çünkü yüzlerinin parlak veya siyah oluşu gibi hâllerden herkesin durumu zâten gözler önündedir.
11- يُبَصَّرُونَهُمْ “Birbirlerine gösterilirler.”
يَوَدُّ الْمُجْرِمُ لَوْ يَفْتَدِي مِنْ عَذَابِ يَوْمِئِذٍ بِبَنِيهِ “Mücrim, o günün azabından kurtulmak için fidye vermek ister evladını.”
12- وَصَاحِبَتِهِ وَأَخِيهِ “Eşini ve kardeşini.”
Yani, her mücrim o gün o kadar kendi derdine düşer ki, değil onlarla ilgilenmek, hâllerini sormak, elinden gelse kendisine en yakın ve kalben en ziyade alaka duyduğu kimseleri fidye olarak vermek ister.
13- وَفَصِيلَتِهِ الَّتِي تُؤْويهِ “Kendisini barındıran yakınlarını.”
14- وَمَن فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ يُنجِيهِ “Ve yeryüzünde bulunanların hepsini ki, sonra kendini kurtarabilsin.”
Ayette geçen “sonra” ifadesi, bu işin akıldan uzak olduğunu anlatır.[2>
15- كَلَّا “Hayır.”
Bu ifade, mücrimin bu isteğinin olmayacağını bildirir ve fidye vermenin onu kurtarmayacağına delâlet eder.
إِنَّهَا لَظَى “O, alevli bir ateştir.”
“Laza” halis, katışıksız alevdir.
Denildi ki: Lazâ ateşin adıdır.
16- نَزَّاعَةً لِّلشَّوَى “Derileri kavurur, soyar.”
1ّ7- تَدْعُو مَنْ أَدْبَرَ وَتَوَلَّى “Çağırır, yüz çevirip arkasını dönüp gideni.”
18- وَجَمَعَ فَأَوْعَى “Mal toplayıp kasada yığanı.”
O, haktan yüz çeviren ve tâatten döneni, malı yığıp depolayanı kendine çağırır.
Ateşin çağırması, kaçan kimseyi kendine çekmesi ve yanına getirmesinden bir mecazdır.
Denildi ki: Ateşin çağırması, onda görevli meleklerin çağırmasıdır.
19- إِنَّ الْإِنسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا “Doğrusu insan helu’ yaratıldı.” İnsanın helu’ oluşu,
-Hırsının şiddetli,
-Sabrının az olmasıdır.
20- إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا “Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır.”
21- وَإِذَا مَسَّهُ الْخَيْرُ مَنُوعًا “Kendisine hayır dokundu mu cimrilik eder.”
İnsan, kendisine darlık dokunduğunda feryadı basar, genişlik dokunduğunda ise sımsıkı tutar.
Üstteki nazara verilen üç özellik, insan için mukadder hâllerdir veya insanın tabiatında bulunan cibilli durumlardır.
22- إِلَّا الْمُصَلِّينَ “Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.”
Yani, insan cibillî (fıtrî) olarak böyle bir yaratılışta olmakla beraber, namaz kılanlar bu özelliklerden sıyrılırlar. Bu ayetin devamında, o namaz kılanların
-Hakkın tâatine kendilerini vermeleri,
-Mahlukata şefkat etmeleri,
-Amellerin karşılığını görecekleri ahirete inanmaları,
-Cezadan korkmaları,
-Şehvetlerini kırmaları,
-Ahiretteki sevabı dünyadaki peşin lezzetlere tercih etmeleri nazara verilmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, insanla alakalı anlatılan üç özellik, dünya muhabbetine kendini kaptırmaktan ve nazarını sadece dünyaya tahsis etmekten kaynaklanmaktadır.
23- الَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ دَائِمُونَ “Onlar ki, namazlarında daimidirler.”
Hiçbir meşguliyet, onları namazı edâ etmekten alıkoyamaz.
24- وَالَّذِينَ فِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ مَّعْلُومٌ “Onların mallarında belli bir hak vardır.”
25- لِّلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ “İsteyen ve de (isteyemeyip) mahrum kalanlar için.”
Onların mallarında hem isteyen kimseler için, hem de istemekten âr ettiğinden ihtiyacı yok sanılan, böylece mahrum kalan kimseler için belli bir pay vardır. Bu belli pay, zekât ve sadaka şeklinde başkalarıyla paylaşılır.
26- وَالَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ “Onlar din gününü tasdik ederler.”
Buradaki tasdikten murat mücerret iman etmek olmayıp, ameliyle de inancını göstermesidir. Bu da,
-Nefsini güzel ameller için yorması,
-Uhrevî karşılık beklentisiyle malını hayırda sarfetmesidir. Ayette “din günü” yani “amellerin karşılığının verileceği günü tasdik ederler” denilmesi bu cihettendir.
27- وَالَّذِينَ هُم مِّنْ عَذَابِ رَبِّهِم مُّشْفِقُونَ “Onlar ki, Rablerinin azabından korkarlar.”
28- إِنَّ عَذَابَ رَبِّهِمْ غَيْرُ مَأْمُونٍ “–Ki Rabbinin azabından emin olunmaz.-”
Ayetin bu kısmı cümle-i muteriza, yani ara cümledir. Çünkü bir kimse, tâatte ne kadar ileri gitse, yine de Allahın azabından emin olmaması gerekir.
29- وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ “Onlar ki, iffetlerini korurlar.”
30- إِلَّا عَلَى أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ “Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (cariyeleri) hariç.”
فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ “Çünkü onlar (bunlarla ilişkilerinden dolayı) kınanmış değillerdir.”
31- فَمَنِ ابْتَغَى وَرَاء ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْعَادُونَ “Artık kim bunun ötesine gitmeyi isterse, işte bunlar haddi aşan kimselerdir.”
32- وَالَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ “Onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler.”
Bunların tefsiri Mü’minun sûresinde geçmişti.[3>
Bunlar emanetlere ve ahitlere hıyanet etmezler, onları inkâr etmezler, hukukullah ve hukuk-u ibaddan (Allah ve kul haklarından) bildiklerini gizlemezler.
33- وَالَّذِينَ هُم بِشَهَادَاتِهِمْ قَائِمُونَ “Onlar ki, şahitliklerini dosdoğru yaparlar.”
34- وَالَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ “Ve onlar ki, namazlarını muhafaza ederler.”
Namazın şartlarını gözetirler, farzlarını, sünnetlerini tam yaparlar.
Sûrenin bu bölümünde namaz kılanların özellikleri anlatılırken, özelliklerinin başında namazı aksatmamaları, sonunda ise namazı muhafaza etmeleri nazara verildi. Bunda namazın üstünlüğüne ve diğer ibadetlere ziyade geldiğine delâlet vardır.
Serdedilen bu özelliklerin nazmında, gizli kalmayacak şekilde pekçok mübalağalar bulunmaktadır.
35- أُوْلَئِكَ فِي جَنَّاتٍ مُّكْرَمُونَ “İşte bunlar cennetlerde ağırlanırlar.”
İşte bu özelliği taşıyanlar, cennetlerde Allahın vereceği mükâfat ile ikramlara mazhardırlar.
36- فَمَالِ الَّذِينَ كَفَرُوا قِبَلَكَ مُهْطِعِينَ “Şimdi ne oluyor o inkâr edenlereki, sana doğru boyunlarını uzatarak koşuyorlar:”
37- عَنِ الْيَمِينِ وَعَنِ الشِّمَالِ عِزِينَ “Sağdan ve soldan grup grup.”
Müşrikler Hz. Peygamberin çevresini kuşatarak halka halka kümeleniyor, O’nun kelamıyla istihza ediyorlardı.
38- أَيَطْمَعُ كُلُّ امْرِئٍ مِّنْهُمْ أَن يُدْخَلَ جَنَّةَ نَعِيمٍ “Onlardan herbiri, bir naîm cennetine sokulacağını mı umuyor?”
Onlardan her biri imanı olmadığı hâlde naîm cennetine alınacağını mı umuyor?!
Onlar “Şayet Muhammedin dediği gibi ahiret varsa, dünyada onlardan daha iyi hâlde olduğumuz gibi, orada da daha üstün oluruz” demekteydiler. Ayet durumun öyle olmadığını ifade eder.
39- كَلَّا “Hayır.”
Bu ifade, onların bu umudunu boşa çıkarır.
إِنَّا خَلَقْنَاهُم مِّمَّا يَعْلَمُونَ “Biz onları, bildikleri şeyden yarattık.”
Ayetin bu kısmı, umduklarının olmama hikmetini anlatır. Yani, onlar dökülen bir meniden yaratıldılar. Bu ise, yüce âleme münasip değildir. Dolayısıyla
-İman ve tâatle kemâle ermeyen,
-Melekî ahlâk ile ahlaklanmayan biri cennete girmeye ehil olamaz.
Veya şöyle mana verilebilir:
Biz onları, kendilerinin de bilmiş olduğu gibi ilim ve amelle nefislerini kemâle erdirmeleri için yarattık. Dolayısıyla her kim bunu yapmazsa, kâmil kimselerin menzillerine kabul edilmez.
Veya ayet, ilk yaratılışı nazara vererek ikinci yaratılışın mümkün oluşuna bir istidlâldir. Çünkü onlar, ayette nazara verilen umutlarını farz-ı muhal üzere bina etmişlerdi.[4>
40- فَلَا أُقْسِمُ بِرَبِّ الْمَشَارِقِ وَالْمَغَارِبِ “Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim.’’[5>
إِنَّا لَقَادِرُونَ “Şüphesiz bizim gücümüz yeter.”
41- عَلَى أَن نُّبَدِّلَ خَيْرًا مِّنْهُمْ “Onların yerine daha iyilerini getirmeye.”
Biz onları helâk edip kendilerinden daha iyilerini yaratmaya veya sizin bedelinize Hz. Peygambere daha hayırlı olanları vermeye elbette kâdiriz.
وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقِينَ “Bizim önümüze geçilemez.”
Bunu murat ettiğimizde, kimse bizim önümüze geçemez.
4ّ2- فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا حَتَّى يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذِي يُوعَدُونَ “O halde bırak onları, kendilerine vaad edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalıp oynayadursunlar.”
Bunun tefsiri Tur sûresinin sonunda geçmişti.[6>
43- يَوْمَ يَخْرُجُونَ مِنَ الْأَجْدَاثِ سِرَاعًا “O gün kabirlerden süratle çıkacaklar.”
كَأَنَّهُمْ إِلَى نُصُبٍ يُوفِضُونَ “Sanki putlara gidiyorlarmış gibi fırlayacaklar.”
44- خَاشِعَةً أَبْصَارُهُمْ “Gözleri korkmuş haldedirler.”
تَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌ “Kendilerini bir zillet saracak.”
ذَلِكَ الْيَوْمُ الَّذِي كَانُوا يُوعَدُونَ “İşte bu, onlara vaat edilen gündür.”
İşte bu, dünyada iken kendilerine vaat edilen gündür.
Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Her kim Meariç sûresini okusa, Allah ona emanetlerine ve ahitlerine riayet eden kimselerin sevabını verir.”
[1> Bir başka ayette şöyle bildirilir: “Hoş kelimeler O’na yükselir. Salih amel onu yükseltir.” (Fatır, 10)
[2> Mesela Türkçede tembel bir öğrenci için “Sen yıl boyunca hiç ders çalışma, sonra da iyi bir başarı bekle” denildiğinde “sonra” kelimesi bu işin böyle olmayacağını ifade eder. Ayetteki durum da, mücrim kimsenin temennisinin gerçekleşmeyeceğini anlatır.
[3> Bkz. Mü’minun, 1- 11.
[4> Yani, “ahiret yok, ama farz-ı muhal olarak varsa bile, dünyada durumumuz iyi olduğu gibi, orada da iyi olur” demekteydiler.
[5> Bununla ilgili açıklama Saffat suresi 5. ayetin açıklamasında yapılmıştır.
[6> Bkz. Tur, 45-48.