369. DERS (Kalem Suresi)

 

1- ن “Nûn.”

“Nûn”, harf isimlerindendir.

Denildi ki: Nûn, balık ismidir. Bundan murat da cinstir. Veya Behemut isimli balıktır ki, arzın bunun üzerinde olduğu söylenir.[1>

Veya kendisinden mürekkepten daha siyah bir sıvı çıkarılan balıktır.

وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ “Kaleme ve yazdıklarına andolsun.”

-Bu, levh-i mahfuzu yazan kalemdir.

-Veya kendisiyle yazı yazılan kalemdir. Allahın buna yemin etmesi, faydasının çokluğundandır.

“Yazdıklarına andolsun.”

“Kalemden murat, levh-i mahfuzu yazan kalemdir” yorumu esas alınırsa, burada “yazdıklarına” şeklinde çoğul gelmesi tazim içindir.

“Kalemden murat, yazı yazılan kalemlerdir” yorumu esas alınırsa, “ilim ehli olanların yazdıklarına yemin ederim” manasına gelir.

Veya insanın amelini yazan melekler kastedilmiş de olabilir.

 

2- مَا أَنتَ بِنِعْمَةِ رَبِّكَ بِمَجْنُونٍ “Sen, Rabbinin nimetiyle bir mecnun değilsin.”

Sana nübüvvet ve isabetli görüş nimetleri verilmesiyle, Sen bir mecnun değilsin!

 

3- وَإِنَّ لَكَ لَأَجْرًا غَيْرَ مَمْنُونٍ “Kuşkusuz senin için tükenmez bir ecir var.”

Senin nübüvvet yükünü yüklenmene ve tebliğ etmene mukabil bitmez bir ücret vardır.

Veya taraf-ı İlâhiden Sana verilen vasıtasız verildiğinden, kimsenin Sana minnet etmesi söz konusu olamaz.[2>

 

4- وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.”Çünkü, kavminden gelen tepkilere karşı emsalin olanlar dayanamazken, Sen sabırla tahammül ediyorsun.

Hz. Aişeye Hz. Peygamberin ahlakından sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: “Onun ahlakı Kur’an idi. Kur’anı okumuyor musunuz?” Hz. Aişe, daha sonra Mü’minun sûresinin ilk kısmını okudu.[3>

 

5- فَسَتُبْصِرُ وَيُبْصِرُونَ “Sen de göreceksin, onlar da görecekler.”

 

6- بِأَييِّكُمُ الْمَفْتُونُ “Hanginizin meftun olduğunu.”

Hanginizin aklından zoru olduğunu yakında Sen göreceksin. Onlar da görecekler.

 

7- إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ “Doğrusu Rabbin, yolundan sapanı en iyi bilendir.”

İşte, gerçek mecnunlar bunlardır.

وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ “Ve O, hidayete erenleri de en iyi bilendir.”

Aklın kemâlini elde edenleri de en iyi bilendir.

 

8- فَلَا تُطِعِ الْمُكَذِّبِينَ “O halde, yalanlayanlara itaat etme.”

Hz. Peygamber zâten onlara itaat etmemektedir. Ayrıca “yalanlayanlara itaat etme!” denilmesi, onlara muhalefette kararlı olmasına teşviktir.[4>

 

9- وَدُّوا لَوْ تُدْهِنُ فَيُدْهِنُونَ “İstediler ki yumuşak davransan da onlar da sana yumuşak davransalar.”

-Onları şirkten sakındırmaktan vazgeçmeni,

-Veya zaman zaman kendilerine muvafakat göstermeni istediler. Ta ki onlar da Seni tenkitten vazgeçsinler ve sana muvafakat göstersinler.

Ayetteki فَ (fe) harfi atıf için olabilir.

Bu durumda “Onlar karşılıklı yumuşama istediler, böyle bir temennide bulundular. Lakin bunu önce Senin göstermeni beklediler” manasına işaret eder.

Veya فَ (fe) harfi sebebiyet içindir. Yani, “İstediler ki keşke Sen onlara yumuşak davransan, onlar da o zaman yumuşak davransalar.”

Veya mana şöyle olabilir: “Onlar Senin yumuşak davranmanı istiyorlar. İşte şimdi onlar bu beklentiyle Sana yumuşak davranıyorlar.”

 

10- وَلَا تُطِعْ كُلَّ حَلَّافٍ مَّهِينٍ “Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık kimseye.”Hallaf, hakta ve batılda çokça yemin edendir.

Mehîn, hakîr görüşlü kimsedir.

 

11- هَمَّازٍ مَّشَّاء بِنَمِيمٍ “Daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getirene”

 

12- مَنَّاعٍ لِّلْخَيْرِ مُعْتَدٍ أَثِيمٍ “Hayra engel olan, saldırgan, günahkâra.”

 

13- عُتُلٍّ بَعْدَ ذَلِكَ زَنِيمٍ “Kaba ve haşin, sonra da soysuz olana.”

Ayette geçen “zenîm” kelimesi “soysuz, nesebi belirsiz” anlamına gelir.

Denildi ki: Ayette nazara verilen kişi Velid Bin Muğire’dir. Babası, doğumundan onsekiz yıl sonra “benim oğlumdur” dedi.

Denildi ki: Ayette anlatılan Ahnes Bin Şüreyk’tir.

 

14- أَن كَانَ ذَا مَالٍ وَبَنِينَ “Mal ve oğulları var diye (böyle davranma).”

 

15- إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا قَالَ أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ “Kendisine âyetlerimiz okunduğunda, “Eskilerin masalları” dedi.”

 

16- سَنَسِمُهُ عَلَى الْخُرْطُومِ “Yakında biz onun burnunu damgalayacağız.”

Denildi ki: Velid Bin Muğirenin burnu Bedir Savaşında yaralanmıştı, sonraki ömründe bu yara bir iz olarak kaldı.

Denildi ki: “Burnu kesik”, “burnu sürtük” deyimlerinde olduğu gibi, bundan murat, onun son derece zelil olduğunu ifade etmektir. Çünkü yüzün ve özellikle de burnun damgalanması, çok çirkin bir durumdur.

Veya bundan murat şu olabilir: “Kıyamet günü onun yüzünü kara edeceğiz.”

 

17- إِنَّا بَلَوْنَاهُمْ كَمَا بَلَوْنَا أَصْحَابَ الْجَنَّةِ “Şüphesiz biz, vaktiyle “bahçe sahipleri”ni mübtelâ ettiğimiz gibi, onları da mübtelâ ettik.”

Ayetin ilk muhatabı Mekkeliler idi. Allahu Teâlâ onları kıtlık ile imtihan etmişti.

Rivayete göre, San’a’ya iki fersah mesafede güzel bir bahçe vardı. Bahçe sahibi salih bir kimseydi. Bahçenin mahsulünü hasat ettiği zaman fakirleri çağırır, onlara epey bir pay ayırırdı. Bu zât vefat ettiğinde oğulları şöyle dediler: “Eğer biz de babamızın yaptığı gibi yaparsak geçim sıkıntısı çekeriz.”

Böyle deyip sabah vakti fakirlere hiç haber vermeden gizlice mahsulü toplamaya yemin ettiler.

إِذْ أَقْسَمُوا لَيَصْرِمُنَّهَا مُصْبِحِينَ “Hani onlar (bahçe sahipleri), sabah erkenden bahçenin ürünlerini devşirmeye yemin etmişlerdi.”

 

18- وَلَا يَسْتَثْنُونَ “İstisna da etmiyorlardı.”

Yani, “İnşallah” demiyorlardı.

Veya “babaları, elde edilen mahsulden fakirlerin hakkını ayırırken, bunlar ayırmamak hususunda yemin ettiler.”

 

19- فَطَافَ عَلَيْهَا طَائِفٌ مِّن رَّبِّكَ وَهُمْ نَائِمُونَ “Nihayet onlar uykuda iken Rabbinden bir afet bahçeyi sardı.”

 

20- فَأَصْبَحَتْ كَالصَّرِيمِ “Böylece bahçe simsiyah kesiliverdi.”

Ayette geçen “sarîm” kelimesi

-Bahçede bir şey kalmayacak şekilde meyvelerinin toplanmış olmasını,

-Yanarak ve kavrularak simsiyah hâle gelmesini,

-Veya kupkuru hâle gelmesinden dolayı gündüz gibi parlamasını ifade edebilir.

 

21- فَتَنَادَوا مُصْبِحِينَ “Derken sabahleyin birbirlerine şöyle seslendiler:”

 

22- أَنِ اغْدُوا عَلَى حَرْثِكُمْ إِن كُنتُمْ صَارِمِينَ “Eğer ürününüzü devşirecekseniz erkenden gidin.”

 

23- فَانطَلَقُوا وَهُمْ يَتَخَافَتُونَ “Derken aralarında fısıldaşarak yola koyuldular.”

 

24- أَن لَّا يَدْخُلَنَّهَا الْيَوْمَ عَلَيْكُم مِّسْكِينٌ “Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın.”

 

25- وَغَدَوْا عَلَى حَرْدٍ قَادِرِينَ (Zanlarınca yoksulları) engellemeye güçleri yeterek erkenden gittiler.”Onlar, fakir insanlara verilmesine engel olmaya azmettiler, ama kendilerine engel olundu. Öyle ki engel olma dışında bir şey yapamadılar.

Veya, faydalanmaya güçleri yetiyor iken, bunun yerine mahrumiyet elde ettiler.

Veya, kendilerince mahsulü toplamaya güçlerinin yeteceğini zannedip sabah erkenden bahçeye doğru yola çıktılar.

 

26- فَلَمَّا رَأَوْهَا قَالُوا إِنَّا لَضَالُّونَ “Onu gördüklerinde, “yanlış yere geldik” dediler.”

Bahçeyi ilk gördüklerinde “bahçemizin yolunu herhâlde şaşırdık. Bu, bizim bahçe değil” dediler.

 

27- بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ “Yok, biz mahrum edilmişiz.”

Ama dikkatle bakıp kendi bahçeleri olduğunu anlayınca “doğrusu biz kendi nefsimize zarar verdiğimiz için, bahçemizin mahsulünden mahrum kaldık” dediler.

 

28- قَالَ أَوْسَطُهُمْ “Ortancaları şöyle dedi:”

İçlerinde ortanca olan veya akılca en mu’tedili şöyle dedi:

أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ لَوْلَا تُسَبِّحُونَ “Ben size ‘Rabbinizi tesbih etseydiniz ya!’dememiş miydim?”

“Keşke O’nu ansaydınız ve kötü niyetinizden O’na dönseydiniz.”

Ortancaları, onlar fakirleri mahrum etmeye kati niyetlendiklerinde böyle söylemişti. Ayetin davamı bu manaya delalet eder:

 

29- قَالُوا سُبْحَانَ رَبِّنَا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ “Rabbimizi tesbih ederiz, doğrusu biz zalimler imişiz” dediler.”

 

30- فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَلَاوَمُونَ “Bunun üzerine birbirlerini kınamaya başladılar.”

Çünkü bir kısmı bu görüşü ortaya atmış, bir kısmı tasvip etmiş, bir kısmı sükût ile razı olmuş, bir kısmı da bu görüşe katılmamıştı.

 

31- قَالُوا يَا وَيْلَنَا إِنَّا كُنَّا طَاغِينَ “Dediler: Yazıklar olsun bize, biz azgınlarmışız.”

 

32- عَسَى رَبُّنَا أَن يُبْدِلَنَا خَيْرًا مِّنْهَا “Umulur ki, Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir.”Belki Rabbimiz tevbemiz ve hatayı itiraf edişimizin bereketine, bundan daha hayırlısını bize verir.

Rivayete göre, daha hayırlı bir bahçe kendilerine verildi.

إِنَّا إِلَى رَبِّنَا رَاغِبُونَ “Çünkü biz artık sadece Rabbimize yöneliyoruz.”

Biz O’ndan affedilmeyi umuyor, kendisinden hayır talep ediyoruz.

 

33- كَذَلِكَ الْعَذَابُ “İşte azap böyledir.”

Dünyada Mekke ehlini kıtlıkla ve bu bahçe sahiplerini böyle bir musibetle denememiz gibi, bir azap vardır.

وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ “Ahiret azabı ise, elbette çok daha büyüktür.”

لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ “Keşke bilselerdi!”

Şayet bilmiş olsalardı, elbette kendilerini azaba maruz bırakacak hâllerden sakınırlardı.

 

34- إِنَّ لِلْمُتَّقِينَ عِندَ رَبِّهِمْ جَنَّاتِ النَّعِيمِ “Şüphesiz müttakiler için Rableri katında Naîm cennetleri vardır.”

Bu cennetlerde halis nimetlenmekten başkası yoktur.

 

35- أَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمِينَ كَالْمُجْرِمِينَ “Hiç müslümanları mücrimlerle bir mi kılarız?”

Ayet, kâfirlerin sözlerini bir inkârdır. Çünkü onlar şöyle diyorlardı: Muhammedin ve yanındakilerin iddia ettikleri gibi şayet diriltilecek olursak,onlar orada bizden daha üstün olmazlar. Aksine, biz dünyada olduğu gibi, orada da onlardan daha iyi bir hâlde oluruz.

 

36- مَا لَكُمْ “Neyiniz var?”

كَيْفَ تَحْكُمُونَ “Nasıl hüküm veriyorsunuz?”

Ayette gaybtan hitaba bir intikal vardır. Bunda onların bu hükmüne karşı bir taaccüp ve ne kadar da akıldan uzak olduğunu göstermek söz konusudur. Ayrıca, böyle bir değerlendirmenin bozuk bir fikirden ve eğri bir görüşten meydana geldiğini hissettirmek vardır.

 

37- أَمْ لَكُمْ كِتَابٌ فِيهِ تَدْرُسُونَ “Yoksa size ait ders aldığınız bir kitab mı var?”

 

38- إِنَّ لَكُمْ فِيهِ لَمَا تَخَيَّرُونَ “O kitapta, “beğendiğiniz her şey sizindir”mi yazılı?”

 

39- أَمْ لَكُمْ أَيْمَانٌ عَلَيْنَا بَالِغَةٌ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ إِنَّ لَكُمْ لَمَا تَحْكُمُونَ “Yoksa,yanınızda kıyamet gününe kadar geçerli “ne hükmederseniz mutlaka sizindir” diye tarafımızdan verilmiş kesin sözler mi var?”

 

40- سَلْهُم أَيُّهُم بِذَلِكَ زَعِيمٌ “Sor onlara: Onların hangisi buna kefildir?”

 

41- أَمْ لَهُمْ شُرَكَاء “Yoksa onlar için şerikler mi var?”

Yoksa onlar için bu sözde kendilerine destek veren bir takım şerikler mi var?

فَلْيَأْتُوا بِشُرَكَائِهِمْ إِن كَانُوا صَادِقِينَ “Doğru iseler, haydi şeriklerini getirsinler!”

Allahu Teâlâ bu ayetlerde onların bu görüşleriyle alâkalı olarak teşebbüste bulunabilecekleri bütün muhtemel cihetlerin geçersizliğine tenbihte bulundu.

Bu cihetler ise:

-Akıl böyle bir iddiayı gerektirebilir.

-Nakil buna delâlet edebilir.

-Kendilerine böyle bir vaat verilmiş olabilir.

-Veya başkalarını tamamen taklid ile böyle bir kanaate ulaşmış olabilirler.

Allahu Teâlâ, sırasıyla bunların her birinin batıl olduğuna dikkat çekti ve dayanağı olmayan bir iddia peşinde koşmalarından dolayı da onları tahkîr etti.

Denildi ki: Son ayette nazara verilen “şerikler”den murat putlardır. Yani, yoksa onlar için onları ahirette mü’minler gibi kılacak putlar mı var?

Sanki, Allah tarafından onların mü’minlerle bir kılınmayacağı nazara verildikten sonra, Allaha ortak kıldıkları bâtıl mabutların da böyle bir şeye güçleri olmadığı bildirildi.

 

42- يَوْمَ يُكْشَفُ عَن سَاقٍ “O gün işler zorlaşır.”Ayet, işin şiddetlenmesi ve hâlin zorlaşmasını anlatır. Ayet metnindeki “Keşf-i sak” bu konuda bir meseldir. Bunun aslı, genç kızların tehlikeli bir durumda paçalarını sıvayıp kaçmalarını anlatır.Veya bundan murat, işin gerçeğinin gözle görülür bir hâlde açığa çıkmasıdır.

وَيُدْعَوْنَ إِلَى السُّجُودِ “Ve secdeye davet edilirler.”

فَلَا يَسْتَطِيعُونَ “Fakat güç yetiremezler.”Eğer ayette bahsedilen gün, kıyamet günü olarak yorumlanırsa, onların secdeye çağrılmaları, secdeyi terk etmelerine bir kınama olmak üzeredir.Ama ayette nazara verilen durum sekerat vakti de olabilir. O vakitte namazları vaktinde kılmaya davet edilirler, ama artık iş işten geçmiştir, yapamazlar.

 

43- خَاشِعَةً أَبْصَارُهُمْ “Gözleri düşkün bir haldedir.”

تَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌ “Kendilerini bir zillet kaplar.”

وَقَدْ كَانُوا يُدْعَوْنَ إِلَى السُّجُودِ وَهُمْ سَالِمُونَ “Hâlbuki onlar, yapabilecekleri bir halde iken secde etmeye çağrılıyorlardı.”

Onlar dünyada veya sıhhatli hâllerinde secdeye çağrılıyorlardı, ama değerlendiremediler.

 

44- فَذَرْنِي وَمَن يُكَذِّبُ بِهَذَا الْحَدِيثِ “Bu sözü (Kur’an’ı) yalanlayanları bana bırak.”

Onları bana bırak, onlara karşı sana yardıma ben yeterim.

سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَ “Onları bilemeyecekleri biçimde adım adım helâke yaklaştıracağız.”

Onlar, istidraç olduğunu bilmeden,

-Kendilerine mühlet vererek,

-Sıhhatlerini devam ettirerek,

-Nimetleri artırarak biz onları peyder pey, azar azar azaba yaklaştıracağız.

 

45- وَأُمْلِي لَهُمْ “Onlara mühlet veriyorum.”

إِنَّ كَيْدِي مَتِينٌ “Doğrusu benim tuzağım çok sağlamdır.”

Benim tuzağımdan hiçbir şekilde kurtuluş yoktur.

Cenab-ı Hakkın istidraç yoluyla onlara nimette bulunmasına ayette “tuzak” denilmesi, tuzak suretinde olmasındandır.

 

46- أَمْ تَسْأَلُهُمْ أَجْرًا فَهُم مِّن مَّغْرَمٍ مُّثْقَلُونَ “Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da, bu yüzden ağır bir borç altında mı kaldılar?”

Yoksa Sen irşad görevine mukabil onlardan bir ücret mi istiyorsun ki, bu kendilerine ağır geliyor, bundan dolayı Senden yüz çeviriyorlar?

 

47- أَمْ عِندَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ “Yoksa gayb kendi yanlarında olup, onlar kendileri mi yazıyorlar?”

Levh-i mahfuz veya gaybî şeyler onların yanında mı ki oradan yazıyorlar, buna göre hüküm veriyorlar ve Senin ilminden istiğna gösteriyorlar?

 

48- فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ “Öyleyse Rabbinin hükmüne sabret.”

Bundan murat,

-Onlara mühlet verilmesi,

-Hz. Peygamberin onlara galebesinin bir zaman sonra gerçekleşecek olmasıdır.

وَلَا تَكُن كَصَاحِبِ الْحُوتِ “Balığın arkadaşı gibi olma.”

“Balığın arkadaşı”ndan murat Hz. Yunus’tur.

إِذْ نَادَى وَهُوَ مَكْظُومٌ “Hani o kederli bir hâlde Rabbine nida etmişti.”

Hani O, balığın karnında sıkıntıdan kederli bir halde Allaha nida etmişti.

İşte ey Peygamber! Sen sabret, acele etme ki O’nun maruz kaldığı belâ ile mübtela olmayasın.

 

49- لَوْلَا أَن تَدَارَكَهُ نِعْمَةٌ مِّن رَّبِّهِ لَنُبِذَ بِالْعَرَاء وَهُوَ مَذْمُومٌ “Şayet Rabbinden bir nimet yetişmeseydi, elbette kınanmış bir halde ıssız bir yere atılacaktı.”

Şayet Rabbinin nimeti O’na yetişmeseydi, rahmetten ve itibardan mahrum bir şekilde, kınanmış bir halde bomboş bir yere atılacaktı.

Rabbinden bir nimet” ifadesinden murat,

-Hz. Yunusu tevbeye muvaffak kılması,

-Ve O’nun tevbesini kabul etmesidir.

 

50- فَاجْتَبَاهُ رَبُّهُ “Rabbi onu seçti.”

Rabbi, O’na yeniden vahiy göndererek kendisini seçti.

Denildi ki: Bu olaydan önce Hz. Yunus peygamber değildi, bununla nebi olarak seçildi.

فَجَعَلَهُ مِنَ الصَّالِحِينَ “Ve Onu salihlerden kıldı.”

Onu, terki daha evlâ olan bir şeyi yapmaktan korudu.

Ayette, fiilleri yaratanın Allah olduğuna bir delil vardır.

Ayet, Hz. Peygamber Sakîf kabilesine bedduaya niyetlendiğinde nazil oldu.

Denildi ki: Uhudda Hz. Peygamberin başına gelenler gelince, düşman önünde hezimete uğrayanlara beddua etmek istediğinde ayet nazil oldu.

 

51- وَإِن يَكَادُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَيُزْلِقُونَكَ بِأَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا الذِّكْرَ “İnkâr edenler zikri duydukları zaman neredeyse seni gözleriyle devirecekler.”

Onlar Kur’anı duyduklarında öfke ve hasetleri öyle kabarıyor ki, düşmanlıklarının şiddetinden neredeyse Senin ayağını kaydıracak, öldürecek gibi bir bakışla Sana bakıyorlar.

Veya, neredeyse sana nazar değdirecek şekilde bakıyorlar.

Sebeb-i Nüzûl

Rivayete göre, Beni Esed kabilesinde gözüyle zarar verebilen kimseler vardı.

Bunlardan bir kısmı Hz. Peygambere gözleriyle zarar vermek isteyince, ayet nazil oldu.

Hadiste şöyle gelmiştir:

“Nazar, insanı mezara, deveyi kazana girdirir.”

Böyle bakışla zarar vermek, bazı kimselerin özelliklerinden olabilir.

وَيَقُولُونَ إِنَّهُ لَمَجْنُونٌ “Hiç şüphe yok o bir mecnun” diyorlar.”

Böyle demeleri, Hz. Peygamberin davası karşısında şaşırıp kalmaları ve insanları O’ndan uzak tutmak içindir.

 

52- وَمَا هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِّلْعَالَمِينَ “Hâlbuki o, âlemler için ancak bir öğüttür.”

Onlar, Kur’andan dolayı Hz. Peygambere cünûn isnad edince, Cenab-ı Hak o Kur’anın genel bir öğüt olduğunu, onu idrak eden ve insanlara sunan kişinin akılca insanların en kâmili ve görüş itibarıyla da en seçkini olması gerektiğini beyan etti.

Hz. Peygamber şöyle buyurur:

“Her kim Kalem sûresini okursa, Allah ona ahlakını güzel kıldığı kimselerin sevabını verir.”


[1> Bazı rivayetlerde dünyanın öküz ve balık üzerinde olduğu yer alır. Şayet bu rivayetler sahihse, bunun mecazî bir anlam ifade ettiği açıktır. Mesela “devlet kılıç ve kalem üzerindedir” denildiğinde, bundan murat askerin silahı ve memurun kalemidir. Devlet bunlarla ayakta durur. Onun gibi, yeryüzünün de kara ve denizden ibaret olduğu düşünülürse, yeryüzündeki hayatın öküz ve balığa dayalı olduğu anlaşılır. Çünkü karada tarım öküz aracılığıyla yapılmakta ve deniz kenarında da hayat balıkçılığa dayanmaktadır.

[2> Hz. Peygamber ilmini Allahtan aldığından, çevresindeki kimselerin “bunları bizden öğrendin, şimdi de nübüvvet iddia ediyorsun” deme hakları yoktur.

[3> Bu surenin ilk onbir ayetinde kâmil mü’minlerin bazı özellikleri sayılır. Mesela: Namazı huşu ile kılmak, boş şeylerden yüz çevirmek, zekâtı vermek, iffetini korumak, emanetlere ve ahitlere uymak, namazı devamlı kılmak.

[4> Yani, zâten uymuyorsun ama, sakın uyayım deme!

 

Yazar:
Prof.Dr. Şadi Eren
Kategorisi:
68. Kalem
Gönderi tarihi: 17-04-2014
2,026 kez okundu
Bu Kategorideki Diğer Yazılar
Block title
Block content